ben sevdim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ben sevdim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Ocak 2014 Cumartesi

Herşeyi Bilen Adam



                                                           Önce bu videoyu izleyin:


Eğer açılmazsa linki burda:

http://m.youtube.com/watch?v=jLh8PsjOv1I

Bir şekilde online olan, telefonda konuştuğunuz ya da mesaj olarak attığınız hiçbir bilgi yok olmuyor..

Biraz ürkütücü değil mi? 

Aslında vakti geldiğinde herşeyin kaydedildiğini zaten göreceğiz de... 
Bu dünyada olmasa da...


Biz yine de şu internet işine dikkat etsek iyi olacak.
Bu kadar beğenilme, farkedilme isteğinde olmasak belki de:))

Videoyu gönderen arkadaşıma teşekkür ediyorum:)

Devamını oku...

20 Aralık 2013 Cuma

Ben Sevdim: "Ötesiz İnsanlar" ve Hatırlattıkları

Uzun zamandır 'ben sevdim' yazısı yazmadığımı farkettim. 
Şu sıralar gerçekten sevdiğim, en azından yayınlandığı gün hemen izlediğim bir dizi var: "Ötesiz İnsanlar"



Takip edenleriniz vardır belki, köyünden doktor olma hayaliyle kalkıp İstanbul'a gelen Elif'in hikayesi... Başörtüsü problemleri, 28 Şubat darbesinin olacağı yıllar, Şubat rüzgarlarının nasıl da insanı üşüttüğü ve tabi ki bu olayların yanı sıra mecburen örülmüş bir senaryo...

O kısma çok girmek istemiyorum, sanırım illa ki bir küçükken evlatlık verme olayı, sonra annesi ve babasıyla bir şekilde yollarının kesişme olayı, e tabi bir de gönül ilişkileri olacak. Olmadan olmuyor mu bilmiyorum ama daha bizim yapamadığımız kesin. 

Bazen diyorum şöyle bir dizi olsa; izlerken vakit kaybı olmayacak ailecek izlenebilecek güzel bir senaryosu olsa ama illa ki beni şaşırtsa, tahmin edilemese... falan... :)

Neyse biz dizimize dönelim. 

Başörtüsü yasağının mantıksızlığı, komikliği, insanı nasıl acıttığı, nasıl arada bıraktığı çok güzel işlenmiş dizide. 4. Bölümdeki o fotoğraf çektirme sahnesi, okulda çaresizde oraya buraya koşturmalar... Başına geleceklerden habersiz kurulan hayaller.. Sanırım ikna odaları da olacak yakında.
Hepsini yaşadık biz de. İliklerime kadar aynı şeyleri tekrar hissettim. 

İlk başörtüyle olmaz dediklerinde 8. Sınıf sonundaki bursluluk imtihanındaydım. Herkesin önünde 'böyle giremezsin' demeleri öyle ağırıma gitmişti ki, ağlaya ağlaya çıkıp gitmiştim okuldan. Saatlerce ağladım, hazmedemedim, kabullenemedim. Lise'de idare ettik bir şekilde, Lise 1 de imam hatip deydim, yasak orayı da vurunca Lise2 de kız lisesine geçiş yaptık. İş üniversiteye gelince, hele ki ODTÜ gibi kampüs yasağının olduğu, namı pek de hoş olmayan bir üniversiteye gelince işler zorlaştı tabi. Kendimizce çözümler bulduk yine; şapka taktık, boyunlu kazak giydik ama kendimizi hiç kendimiz gibi hissetmedik. Ben okulumu hiç sevemedim. 

Bilenler bilir; bir A4 girişi vardır, ordan girerken kulübenin arkasında yapardık değişikliği. Hiçbir zaman daha kolay gelmedi bana eşarbımı çıkarıp şapka takmak. Hep aynı acı, aynı kızgınlık içimde oturdu, hep hissettim. Bir de A1 girişinden minibüsle girerdik. Orda daha vahimdi durum.. Çünkü muhtemelen ayakta kaldığın dolmuşta tam da kapıya yaklaşmışken geçilen derin virajda ayakta zor dururken biz saçımızı göstermeden eşarbımızı çıkarıp şapka giymeye çalışırdık. Hem de garip bakışlar arasında... 

Öyle çok cümle var ki bu konuda kurulacak... Öyle çok kırık hikayem var ki bu konuda anlatacak... Ama geçti gitti artık... İçimize çizikler atarak da olsa geçti gitti. 

İşte bu dizi o günleri hatırlatıyor, yaşatıyor bana. Her seferinde gözyaşlarımı tutamıyorum. Şarkısı bile çok derinden hüzünlendiriyor beni. 

E yaşananlar bu kadar gerçek olunca da izliyorum, izlemeyi seviyorum.

Birkaç eleştirim yok değil ama işte dedim ya, o yaşananlara vurgu yapması, yapabilmesi oldukça hoş benim için.

Kısacası ben sevdim size de tavsiye ederim....

Devamını oku...

7 Aralık 2013 Cumartesi

Derdimi Seviyorum...

Yıllar önceydi…
Küçük ilçemizin o zamanlar sayısı iki olan kitapçılarından birinde, kitapların arasında dolanıyordum.
Şimdi düşünüyorum hangi kitapları neye göre getiriyordu o kitapçı?  O kadarcık yere o kadar kitap nasıl sığıyordu ve o kitapları kimler alıyordu gerçekten bilmiyorum ama benim sanırım abim sayesinde küçükken içimde büyüyen o kitap sevgisi, boş vakitlerimde beni o kitapçıya götürür rafları arasında öylesine dolaştırırdı... Yıllarca da canım her sıkıldığında kendimi ilk attığım yer oldu kitapçılar...


Abim ben küçükken Hacı Bayram’dan seri seri kitap getirirdi tatillerde geldiği memleket ziyaretlerinde.. Zaten daha kapıdan içeri girer girmez gözüm valizinde olurdu; bir pişmaniye beklentisi, iki kitap beklentisi:)
Çocukken daha kolay sanırım mutlu olmak...
Ben işte peygamber hayatlarını, sahabe hayatlarının çoğunu hep o kitaplardan öğrendim. Hz İbrahim benim için ‘Allah’ı Arayan Çocuk’, Hz Yusuf da, ‘Kuyudaki Çocuk’ oldu yıllarca... Allah abimden binlerce kere razı olsun... Daha okuma bilmeden bana kitap okumayı sevdirdiği için...
Lafı uzattım yine biraz, işte böyle bir kitapçı ziyaretimde gördüğüm bu kitap başlığı beni çok etkilemiş kitabı hemen elime alıp arkasını okumaya başlamıştım. Başlık: Derdimi Seviyorum’du. Hekimoğlu İsmailin bu kitabının arkasında ise hatırladığım kadarıyla şu cümleler vardı:

Bahçenin suyunu kestiler, çiçekler sordu, meyveler döküldü ve yapraklar sarardı. Dünya dikenlere kaldı.

Kapının önüne gül diktim, sarmaşık ektim, gelip geçenlerin içi açılsın diye. İnsanlar gülleri kopardı, hayvanlar sarmaşıkları yedi, geriye yine dikenler kaldı.
Olmayan bahçenin bahçıvanını buldum, onun yanına çırak girdim "Dertlerden dert, dikenlerden diken beğen" dedi.

Anladım ki "Derdimi sevmek"le işe başlamalıyım…’

Derdi sevmek de neydi.. Ne demek istiyodu? Sonradan anladım: Çilesini çekmediğin şey senin değildi….
Ne demiş şair: Derman aradırm derdime, dediler derttir dermanın senin….
Nasılsa herkes dertli, herkesin var bir imtihanı.. Bari derdimiz Allah derdi olsun da, çektiğimiz sıkıntı işe yarasın…….
Devamını oku...

11 Ekim 2013 Cuma

Çok Sevdiğim Bir Yazı: İsmail'ini Kurban Et!

Osman Şimşek Bey'in bu yazısını uzun yıllar önce okumuştum, çok anlamlı geldiği için sizinle de paylaşmak istedim...


İsmail'ini Kurban Et!..
“Gözünün nurunu Allah’a kurban et!...”
Bu emrin muhatabı, şefkatli bir peygamber ve merhametli bir baba olan Hazret-i İbrahim aleyhisselam’dı. Gördüğü bir rüyada, senelerce önce, oğlu olursa onu Hakk’a kurban edeceğine dair söz verdiği hatırlatılıyor ve bu va’dini yerine getirmesi isteniyordu.
“İbrâhîm” Nebî, isminin menşei olarak rivayet edilen "ebün rahîm" terkibinden de anlaşılacağı üzere, “çok merhametli, müşfik, yufka yürekli bir baba”ydı. Kalbi öylesine rakîk idi ki, Cenab-ı Hak onu vasfederken, “İbrahim, gerçekten çok içli, duygulu, müsamahalı, yumuşak kalbli ve kendini Allah'a adamış bir kimse idi.” buyuruyordu. Hep âh ü enîn eden, çok gözyaşı döken, merhameti engin, sevgisi ve şefkati sonsuz resûle, “İsmail’ini kurban et!..” deniliyordu.
Koca bir yüzyılı sıkıntılarla geçirmiş, tevhidin müezzinliğini yapıp şirk sütunlarını bir bir devirmiş; kendisinden sonra insanlara yol gösterecek hayırlı bir vâris, göz aydınlığı olacak salih bir çocuk istemiş; beklemiş, beklemiş.. artık yaşlanmış, saçı sakalı ağarmış ve nihayet hayatının semeresini, insanlık ağacının “asıl meyve”sine dâyelik edecek mübarek tohumu bulmuş bir baba ile yeni açmış tomurcuk bir oğul…
Öyle bir oğul ki; babası onun gelişini yüz yıl beklemiş, o ise babasının hiç beklemediği bir anda gelmiş; gelmiş ve İbrahim’in can delikanlısı, hayatının neş’esi, aşk, umut ve zevk aşısı kutlu bir fidan oluvermiş.
“İbrahim! Bıçağı oğlunun boğazına daya ve onu kendi ellerinle kurban et!”
İşte, Allah’ın Halil’i bu mesajın şokuyla belki hayatında ilk defa korkmuş, ürpermiş.. Hangisini seçersin ey İbrahim?
Esareti mi, kurtuluşu mu? Hevesi mi, bilinci mi? Bağlılığı mı, mesajı mı? Babalığı mı, peygamberliği mi? Babalık şefkatini mi, nebîlik ciddiyetini mi? İsmaili mi, Rabbini mi?
Seç ey ibrahim!..
Biricik gönül meyveni, ciğer pâreni, ilgi, merak ve zevklerinin odağı yaşama bahaneni, -dünya cihetiyle- seni hayata bağlayan ve bu diyarda tutan her şeyi. .. oğlunu, hayır, doğrusu İsmail’ini: Kurbanlık bir koyun gibi tut, yere yatır.. ve kes şah damarını..
Yürek yakan bir hal, göz yaşartan bir sahne.. Babada rüyayı anlatacak derman kalmamış. Ruhunun inleyişlerini terennüm edecek solukları dahi tükenmiş. “Ben seni kurban etmekle emrolundum” demenin hayali bile onu titretmekte. Durumu anlatmak için defalarca niyetlenir, “İsmail” der, durur; biraz bekler, tekrar cesaretlenir, bir kere daha yavrusuna hitap eder, yine gerisini getiremez. Ama sonunda kalbini Allah’a ısmarlar, canını dişine takar ve hızla söyler:
“Evladım, rüyamda seni kurban etmek üzere olduğumu, boğazlamaya giriştiğimi gördüm, sen ne dersin bu işe!?.”
İsmail durumu anlar. Babasının rikkatli yüzüne sevgiyle bakar, yufka yüreğine canı yanar, teselli eder onu: “Babacığım! Hiç düşünüp çekinme, Hakk’ın buyruğunu yerine getirmekte tereddüte düşme. Teslim ol Rabbine, sana Allah tarafından ne emrediliyorsa onu yap. İnşaallah, benim de sabırlı, dayanıklı biri olduğumu göreceksin!” der.
Canını Allah yolunda vermek üzere boynunu uzatabilen bir yiğit...
İtaatteki inceliği kavrayan ve Cânan uğruna kurban olmayı temsil eden tevhid delikanlısı.. İsmail.
Hakkı kabullenme noktasında öyle yumuşak ve öyle uslu duruyor ki, sanki 12 yaşında bir genç değil, “pek sabırlı bir kurban”.
Kalbi rikkat ve şefkatle çarpan Halil, önce aşkın ruha kazandırdığı gücü kullanarak kendi içinde kendini öldürür, kendi can damarını keser. İçi kendi benliğinden boşalınca, gönlü bütünüyle Allah’la dolar. O artık sadece “Hû” ile soluklanan bir canlı haline gelir.
İşte her ikisi de Yaratan’ın emrine teslim.. İbrahim oğlunu şakağı üzere yere yatırır; çabuk ve rahat kessin de cancağızına çok acı çektirmesin diye önce elindeki bıçağı biler, onu taşa çalar.. tamam, taş dahi iki parça..
Ama hayret, taşı parçalayan bıçak, pek narin bir boğaza işlemiyor..
Bu bıçak kesmiyor…
Ve bir koyun, bir de mesaj:
“Ey İbrahim! Sen rüyana sadık kalıp onun gereğini yerine getirdin, vazifeni eda ettin; Allah da İsmail yerine kurban edesin diye bu koyunu gönderdi. İşte böyle ödüllendiririz Biz iyileri, ihsan ehlini!”
Evet, Allah Teâlâ hiçbir zaman İsmail(ler)in kanını murad buyurmadı; O’nun kurbana asla ihtiyacı olmadı. Kesilen kurbanlıklardan maksat onların eti ve kanı da değildi. Her yerde ve her zaman sözkonusu olan insanların maddî-mânevi ihtiyacıydı. Rahmân u Rahîm, İbrahim’i “İsmail’i kurban etme doruğu”na çıkardı; ama İsmail’i kurban ettirmeden zirveyi fethettirdi. İbrahim’in torunlarından da et ve kan değil, niyetlerinde hulûs ve takva istedi.
Şimdi sen, ey bu devrin İbrahimi.. bugün de sen “kurban” emrine muhatapsın.
Senin İsmail’in kim veya ne?
Makamın mı, şerefin mi, konumun mu, kariyerin mi, yavuklun mu? Paran, evin, bahçen, bilgin, mesleğin, gençliğin ya da güzelliğin mi? Yoksa, nefsin, enâniyetin, benliğin mi?
Söyledim ya sana; İbrahim için İsmail yalnızca bir babanın oğlu demek değildi: 
Izdıraplarla geçen bir ömrün mürüvveti, acılarla dolu bir asrın mükafatı, çileli bir hayatın meyvesi, yaşlı bir babanın sevinç vesilesi, yüzyıllar sonra gelecek Medine Gülü’nün tomurcuğu, bir peygamberin nübüvvetle şereflendirilecek güzîde mahdumuydu. İbrahim’in “İsmail”i oğluydu; o oğlunu kurban etti.
Senin İsmail’in belki “kendin”, belki “ailen”, mesleğin, servetin, onurun.. İsmail namındaki sevgin, canın, aşın, maaşın...
Seni faziletli, saygın ve hürmet edilen biri yapacağına inandığın, onu elde etmek ya da yitirmemek için bütün iyilik ve güzelliklerden geçmeyi dahi göze aldığın gönlünün yongası.. işte senin İsmail’in. O bir şahıs da olabilir, bir mal da.. bir konum, bir durum, hatta bir “zayıf nokta” da.
Bırak tereddüt, te’vil ve yorumlarla oyalanmayı. Sorumluluktan kaçış yeter, kendini mesul tut. Nefisini, öz canını kurban etmeye ruhunu hazırla ki, bütün İsmailler kurtulsun. İsmailler yerine “ben”i kes.
Ey nefsim,
Gel, sen de kurban et beklentilerini, dünyevî taleplerini ve Cânan’a götürmeyen, O’nu hatırlatmayan her şeyi. Hazreti İbrahim vazife mesuliyetini babalık şefkatine tercih etti; sen de dava düşünceni bütün beklentilerinin önüne geçir; arzularını mefkûrene kurban ver; yoksa fedakarlıktan, O’nun yoluna kurban olmaktan bahis açma lütfen.
ALINTIDIR
Devamını oku...

10 Ağustos 2013 Cumartesi

Müstehcen Olmayan Filmler: Pi'nin Yaşamı

Müstehcen olmayan filmler arayışına girip de yazıyı okuyanlardan film ismi istedikten sonra isim verenlerin verdikleri filmleri izleme niyetine girdim. Ancak o zamandan bugüne sadece bir film izleyebildim:) 
Sanırım ismi Pi'nin Yaşamı olduğu için ilk bu filmi izlemek istedim ama malesef filmin Matematikle ya da pi sayısıyla uzaktan yakından alakası yoktu:)
Yine de izlenebilecek güzel bir film, tavsiye için teşekkürler...

Filmimiz yine bir Hint filmi. 




Hayvanat sahibi bahçesi sahibi bir ailenin göç etme kararıyla hayvanlarla birlikte koca bir gemiye binmesi ve fırtınada batan gemiden kurtulan iki canlının aynı filikadaki aylar süren yolculukları konu edilmiş. İki canlı; baş kahramanımız Pi ve Richard Parker isminde bir kaplan. 
Etobur bir kaplanla aynı filikada, okyanusun ortasında hayat mücadelesi vermekse gerçekten ilginç bir konu olmuş takdir edersiniz.... 







Ben merakla izledim, sizin ilginizi çeker mi bilmem ama şunu söylemeliyim sonunda "eeee ne olmuş yani" demekten kendimi alamadım:)

Kahramanımızın çocukluğunda, babasınıa rağmen girdiği din arayışı, sonunda din seçemese de yaradıcı ve koruyucu bir Rab olacağına inancı denizin ortasındayken çok işine yarıyor. Bu bağlantılar hoş olmuş. Hatta biraz Hz Yunus'un (as) kıssasına bile benzemiş. Bu cihetle sevdim.





Ama bir hususa dikkat çekmeden geçemeyeceğim; hayvanlara karşı duyarlı, onlara asla zarar vermek istemeyen sevgili kahramanımız hayati tehlikesi olduğu halde kaplanı tam öldürebilecekken öldürmeyip, sonra tutttuğu balığı ona vura vura hınçla öldürmesi bana saçma geliyor biraz. Neticede ikisi de hayvan.. Öldürdükten sonra özür diliyor falan ama...:) 
Ama zaten bu filmlerin genel özelliği öyle değil mi? Ben hep sinir olmuşumdur. Önemli olan başrol oyuncusunun hayatta kalmasıdır ya hep... Onlarca insan ölür, onların da aileleri vardır falan ama kahramanımız sağsa mutlu oluruz. Ne demek istediğimi anlatabildim mi bilmiyorum ama... Yani filmi yapanların sevinmemizi istedikleri yerde sevinir, onlar ne istiyorsa onu hissederiz:) Bu yüzden de filmlerin de müthiş bir bilinç altı işleme yeteneği var bence...
Neyse bu başka bir konu...

Film genel olarak güzeldi. İşin teknik kısmından anlamayınca 'anaaa bu sahneleri nasıl çektiler acaba' denilebilecek çok sahne vardı:)
Ayrıca film Oscar törenlerinde “En İyi Görsel Efekt” oscarını kazanmış. Ben sonradan araştırdım; filmi aslında bir havuzda çekmişler ve kaplan sadece bir animasyon  ve insan bu teknolojiye de helal olsun demekten kendini alamıyor...






Sadece uyarmak istiyorum: Filmin 5. Dakikasında başlayan bir havuz sahnesi var sanırım 2-3 dk devam ediyor. Havuz sahnesi olduğu için takdir edersiniz ki müstehcen değil diyemem. 
Bir de, eğer çok hassassanız ve filmi çocuğunuzla izleyecekseniz, sevgili Pi, başlarda din arayışına girdiğinde rahiple bir konuşması var. Hristiyanlığın güzelliğini! anlatıyor, hz İsanın neden gönderildiğini falan... Gerçi sonra da imamla gidip konuşuyor ama... Çocuğum etkilenir falan derseniz orayı da geçin. Başka hiçbir garip sahne yok...

Tavsiye için tekrar teşekkür ederek yazımı noktalıyor ve izleyecek olanlara iyi seyirler diliyorum:))

Devamını oku...

20 Temmuz 2013 Cumartesi

Kadın Bütün Gün Ne Yapar?

Şu internet denen olayın da bir trendi var...

Bazen beğenilen yazılar fotoğraflar bir anda her yere yayılıyor. (Aslında ne kadar korkunç birşey bu farkında mısınız? )

Ama ben bu konuda biraz özürlüyüm sanırım, bazen bir yazı, bir fotoğraf görür paylaşırım aaa ne komikmiş diye. Arkadaşlarıma mail atarım.. Genelde geri dönütü: "aman sen daha bunu yeni mi gördün?" olur... E insan bozuluyor tabi. :))
Herkesin bildiği bir fıkrayı anlatmak gibi birşey bu...

Herneyse, ben yine bir yazı gördüm ve muhtemelen çok önceden çok popüler oldu ama ben yine de dayanamayıp paylaşacağım. Pek sevdim çünkü:))



Adam akşamüstü eve geldiğinde bahçenin karmakarışık olduğunu görmüş. Çocukları bahçede çamur içinde oynuyormuş. Boş yemek kutuları ve içecekler etrafa saçılmış. Karısının arabası garaj kapısının önünde bir kapısı açık ve yamuk halde duruyormuş.

Evin girişindeki halının bir kenarı kıvrılmış havaya kalkmış ve abajur sehpanın üzerine devrilmiş. Salondaki TV’nin sesi sonuna kadar açık bir halde çizgi film kanalındaymış. Oturma odasında yerler oyuncaklar ve çocuk giysileri ile kaplıymış. Mutfakta lavabo kahvaltı bulaşıkları ile doluymuş.

Kırılmış bir bardağın parçaları masanın altındaymış. Üst kata yöneldiğinde merdivenlerdeki elbiseleri fark etmiş. Telaşla karısının başına kötü bir şey gelmiş olabileceğini ya da hastalandığını düşünerek hızla koşmaya başlamış.

Yatak odasına girdiğinde karısını gecelikle uzanmış kitap okurken bulmuş. Kocasını görünce okuduğu kitaptan başını kaldırmış ve gününün nasıl geçtiğini sormuş.

Adam “Her zamanki gibi” deyip şaşkınlıkla sormuş: “Ne oldu böyle?”

“Sen her gün eve döndüğünde “Bütün gün ne yaptın ki?”demez miydin? Bugün her gün yaptıklarımı yapmadım.”

Tabi her bey böyle olacak diye birşey yok ama bu şekilde düşünen çok insan var malesef. 
Siz bir de bu kadının çalıştığını düşünün...

Ama aklıma şu soru geldi mecburen:

"Acaba ev o hale geldikten sonra eski haline getirmek için yine kim uğraştı?":))



                 
         


Devamını oku...

18 Temmuz 2013 Perşembe

Ben Sevdim: Bir İftar Programı ve Nerde O Memleketteki Ramazanlar:(

Ramazan ayı girdi gireli buralara uğrayamaz oldum. Normalde benim blog mesaim kızım uyuduktan sonra aksam 9 buçuk gibi başlardı ama şimdilerde o vakitte sofradan yeni kalkmış oluyoruz.

Mübarek ay, her haliyle kendine özel geliyor, giderken de günahlarımızı da temizleyip gider inşallah...

Ramazan ayının bence en güzel özelliklerinden biri televizyonlardaki değişiklikler... İftar ve sahur programları. Hele o iftardan önce herkes bir araya gelmiş heyecanla iftar ânını beklerken içimizi aydınlatan, dualara külliyet kesbettiren programlar... İlahileri, ortamları... 

Hele gurbetteysen o kokuyu daha çok özlüyorsun. 
Eyüp Sultanda, Sultan Ahmette, Kocatepede Ramazan... 

Mesela yine Ankarada olsam Kocatepe camisinin altındaki Beğendik mağazasından aldığım müthiş güzel pişirilmiş tavuk butla ve çiçek ekmekle uygun bir yerlere oturup Erol Taş usülü yiyerekten iftar yapmak isterdim... Arkasından da Kocatepede Teravihimi kılıp kitap fuarını gezmek harika olurdu.

İstanbul'da olsam sahuru Eyüp'de yapmak isterdim. Param varsa Halit Paşa konağında, yoksa simitçide sahur yapıp sabah namazını camide kılmak ve Peygamber Efendimiz'i (sav) hayattayken görmüş birinin yanıbaşında olmanın heyecanını yaşamak... Orda istediğim herşey için dua etmek isterdim, herkes için... İçim çıkasıya ağlamak isterdim...
Sonra ordan Piyer Lotiye çıkmak, çıkarken Zübeyir abinin ve Necip Fazılın mezarını ziyaret etmek isterdim.. O güzel manzarayı da seyrettikten sonra geri dönüp banklarda oturmak ve kedileri sevmek isterdim...

İftarda Sultan Ahmet'te olmak isterdim sonra. Kitap sergisini, standları gezmek, çimlere oturmak... Vakit girdi mi diye telefona bakmak yerine ezanı gürül gürül duyup orucumu öyle açmak, çok kalabalıkta teravih namazı kılmak isterdim....

Sonra öğrenciyken davet edildiğim ve resmen sofrayı görünce çok mutlu olduğum ablalarımın evlerine bir daha gitmek isterdim. Hani şu giderken altı kişi zorla bir taksiye binip aceleyle gittiğimiz, ama illa ki geç kaldığımız iftarlar... 

Çok özlemişim yazarken daha çok farkettim... :(






Niyetim bunları yazmak değildi. Size sadece bir iftar programından bahsedecektim. Stv 'nin iftar programında Ahmet Bey'in anlattığı sahabe hayatından kesitlere bayılıyorum da ben, size de acizane tavsiye ediyorum. Her biri yıldız olan o insanların en çok öğrenmemiz gereken hikayelerini çok hoş bir üslupla anlatıyor. Mekan da Eyüp olunca ben pek seviyorum dinlemeyi....

Bu linki tıklayıp ordan kliplere göz atabilirsiniz....

Hepinize hayırlı Ramazanlar...


Devamını oku...

26 Haziran 2013 Çarşamba

Ben Sevdim: Osmanlı Tokadı

Bugün size yine minik bir tavsiye yazısı hazırladım.
Bir tv dizisi tavsiyesi.
Sanırım Türkiye'de yüzlerce dizi var artık kanallarda. Çok şükür bu konuda cahil sayılabilirim. Geçenlerde eşime bir arkadaşı bir diziden bahsetmiş. Biz de yemek yerken açıp bakalım nasıl birşeymiş dedik.. Şimdi her fırsatta açıp izlediğim bir dizi haline geldi. Pek sevdim gerçekten:)

Dizinin adı: Osmanlı Tokadı. Ben seviniyorum böyle dizileri görünce. Eskiden dini hiçbir ima bile olamazdı dizilerde. Toplumumuzun o tarafı hep görmezden gelinirdi. Hatta belki sadece yüzde beşlik kısmının yaşadığı hayat sanki herkesin hayatı gibi anlatılır ve ciddi de reyting alınırdı. Eminim hala vardır öyle diziler. Ama böylesine hem komedi, hem de hakikatlerle -üstelik çok sevimli bir şekilde- dolu olan bir dizinin varlığı bile mutlu etti beni. 
Hakikatlerle dolu derken, olaylardan bahsetmiyorum. Bahsettiğim arada verilen mesajlar.. Afedersiniz gözümüze sokuyor gibi değil de, mizahla, biraz da macerayla aktarılan hakikatler... Evet kabul, olaylar çok sıradışı. Ama vampir filmlerinin bile acayip beğeni topladığı bir dünyada yaşıyoruz biz:)

Bu dizi amiyane tabirle -çaktırmadan- mesaj veriyor:))

Dizi dediğin böyle olacak; ne acı dolu olaylarla 'eee yeter be' dedirtecek, ne de komedi diye oturup bir ton gariplik izlettirecek...

Bir kere Osmanlı var işin ucunda ya sevilmez mi hiç? Mehteri duyunca kalbi titreyen bir insanım ben, yüksek sesle eşlik eden... Tarihi çok seven ender sayısalcılardandım hep. 

Dizinin konusuna gelelim mi artık?

İki çok komik yeniçeri, Doğan Bey ve Şahin Bey, İstanbul'un fethinden birkaç gün önce, vazife yerlerini terk etmelerinden sebep, Akşamseddin hazretleri tarafından günümüze gönderilirler. Bu vazifeyi terkediş bile Uhuddaki yerini terkeden okçulara benzetiliyor mesela...
Günümüzde iki yeniçeri hayal edin bakalım, telefon nedir bilmez, araba nedir bilmez... Bu bilmezlikler de çok komik olmuş. Sonra bir bakarlar ki, kendi zamanlardındaki birçok insanın izdüşümü gibi birşey vardır bu zamanda da; hepsinin benzerleri... Ve bir amaç için gönderilmişlerdir günümüze, bir vazifeleri vardır: İstanbul'u içten yıkmak isteyenlerden kurtarmak... Yüzyıllardan içimizi kemiren düşmana da gönderme var yani, bizi kendimize yabancılaştıran.. Sultan olması gereken Fatihleri, kendi kimliğinin farkında olmayan, güzel olan neye ilgi duyuyorsa hepsini elinden alan, insanlığa küstüren, kaprisli hale getiren,herşeye lanet ettiren bir düşman.. Biri beni durdursun, yine kaptırdım kendimi:))

Senaryoyu yazan bir kere hem çok zeki, hem ciddi güzel bir mizah duygusu var, hem dini bilgisi yerinde, hem de tarih bilgisi çok iyi. 

Dizide Muhteşem Yüzyıl'a da gönderme yapıyorlar ki ben her seferinde gülmekten bir hal oluyorum. Dizide Gazanfer komser, dizinin adı bir şekilde her geçtiğinde, 'ben o diziyi izlemiyorum ama şehzade var bir tane ona haksızlık ediyorlar' gibi birşeyler söylüyor. Bir şekilde şehzadelerden bahsediyor yani. Aslında dizide çok daha komik ve altı çizilesi cümleler var da, bu aklıma ilk gelen oldu, çünkü Muhteşem Yüzyıl hakkında atıp tutan, izlemiyorum dediği halde izleyen o kadar çok insan var ki... Bu meseleyle bile -çaktırmadan- dalga geçilmiş. 

Dizi hakkında google da dolaştım biraz ve başrol oyuncularının, Fatih ve İstanbul'un, gerçek hayatta üç yıldır herkese örnek bir evliliği olduğunu öğrendim. Böyle olması da hoş geldi bana...:))

Velhasıl, ben daha altı bölüm izledim ama çok sevdim, çok eğlendim, size de tavsiye ediyorum. 







Devamını oku...

10 Haziran 2013 Pazartesi

Müstehcen Olmayan Film Aranıyor ve Bir Film: 'Her Çocuk Özeldir'

Film izlemeyi çok seviyorsunuz... 
Ama yanlız veya ailenizle, hele çocuklarınızla, şöyle oturup izlemeye başlasanız sürekli sansürlemeniz gereken sahneler çıkıyor... Sansürlemeseniz içiniz almıyor, aksini savunup durduğunuz, 'sakın ha bunlardan uzak dur' diye çocuğunuzu uyarıp durduğunuz hayatı çocuğunuzun önüne seriyor, 'al izle ama etkilenme' diyorsunuz... 

Ne yaman çelişki derler böylesine:)

Ya da öğretmensiniz diyelim, öğrencilerinizle ders çalışıp durmaktan sıkıldınız, hani bir de 'kafa öğretmen'siniz ya, oturup film izlemek istiyorsunuz ama... aynı dert orda da var, öğrencilerle nasıl oturup izleyeceksiniz değil mi??

Pöffff...

Kabul, ben de ciddi bir film severim, daha doğrusu severdim. Sanırım 17 yaşlarında, arkadaşlarla hemen hemen her hafta film kiralar oturur izlerdik. Kendimizce sansürlerdik de... İşte anladınız siz beni. 
Şimdilerde, vakit yok* ondan mı, çok şükür soğudum da ondan mı, evde tv yok ondan mı, yoksa kızım ortalıklarda ondan mı bilmiyorum ama aylardır film izlemiyorum (aşağıdaki film hariç) diyebilirim. 

*Evet ya düşündüm de artık her boş vaktimde soluğu burda alıyorum. Demek ki neymiş; alışkanlıklar kanalize edilebiliyormuş:))

Film izlemeyince ölmüyormuş insan ama hani arada değişiklik olsun diye, ya da arkadaşlarınızla (çevrenizde herkes sizin kadar dikkatli olacak değil ya) oturdunuz, birileri 'hadi film izleyelim' dedi. Siz de 'olmaaazzzz' demek yerine ' tamam şu filmi izleyelim' diyebileceğiniz filmler olsa.... 

Yani helal daire keyfe yine yetse...

Kısacası demek istiyorum ki, şöyle cümbür cemaat izlenebilecek, müstehcen olmayan filmler olsa... Hani cesaretim olsa diyeceğim ki; yeni bir kategori açıyorum: 'müstehcen olmayan filmler'. Niye cesaretim yok, çünkü öyle film (en azından bir kategori oluşturacak kadar) var mı gerçekten bilmiyorum. Bu yazıyı okuyan sevgili okuyucu, bu şartlara uygun bildiğin filmler varsa iletir misin? Belki insanlığa bir faydamız dokunur:)) ille de film izleyeceğim diyen cemaat faydalanır;)

Bakın ilki benden gelsin...

Ben sevdim: Her Çocuk Özeldir




Aamir Khan yapımı bir Hint filmi. Film üç saate yakın sürüyor. Kızım sayesinde ben üç ya da dört günde bitirdim:)
Eskiden çok zor ağladığını iddia eden biri olarak ben, ağladığım filmleri sayardım ama artık (sanırım anne olduktan sonra) çok daha kolay ağlayabilen biri oldum ve bu filmde de birkaç kez ağladım. Gerçi zaten 'özel çocuklar' bende hep ağlama sebebi olmuştu ama anne olduktan sonra bu mesele daha da vurucu oluyor benim için...



Filmimizin kahramanı Ishaan 9 yaşında bir çocuk. Hayır özürlü değil de, disleksi diye bir hastalığı var. Bu hastalık sebebiyle de, harfleri ve sayıları algılama problemi yaşıyor. E tabi onları algılayamayınca da derslerinde hiç başarılı olamıyor. O yaşa kadar çocuktaki kimse bu sıkıntıyı farketmediğinden ona tembel, haylaz muamelesi yapıyorlar ve çocuk da 'anlamıyorum' tepkisi yerine hırçınlıkla tepki vermeyi tercih ediyor... Sonuçta da içine kapanık ve karamsar bir çocuk haline geliyor. Annesiyle arasındaki ilişki güzeldi aslında, ama babası sert ve disiplinli bir adam ve sonunda babanın zorlamalarıyla çocuğu yatılı okula veriyorlar... 
Yatılı okula bırakılış sahnesi cidden acıklıydı, pek üzüldüm izlerken. Ama tabi birçok filmde olduğu gibi tam herşey dibe vurmuşken... Kahramanımız ortaya çıkıyor ve herşeyi değiştiriyor... 'Keşke gerçek hayatta da bu kadar kolay olsa' derdim bu dünyanın imtihan dünyası olduğunu bilmeseydim eğer....




Kahramanımız resim öğretmenimiz Aamir Khan. İlginçtir ki, başrol oyuncusu filme bir buçuk saat kadar sonra girdi:) Çocuktaki problemleri farkeden sevgili öğretmenimiz, tabi ki onu yanlız bırakmıyor, çevresindekileri de ikna ederek İshaan'ın tekrar hayata tutunmasını sağlıyor. 




Hikaye klasik aslında değil mi? Ama filmde her mesaj öyle güzel işlenmiş ki... Öğretmenin durumu farkettiği andaki tutumu, izlediği yol... İnsanları ikna edişi, ( hele ki çocuğun babasını), İshaan'a durumunu olabilirliğini kabul ettirmek için verdiği örnekler ve hep yanında oluşu... tabi ki yaptığı resim ve son sahne.... Tamam tamam bu kadar yeter, belki izlemek istersiniz...




Evet, her çocuk özeldir. Herkes çocuğu hep en iyi, hep ilk sırada olsun ister ama öyle değil işte.. Ve öyle olmasa da bu çocuğumuzun problemli olduğu anlamına gelmez. Onlar bize hediyedir; hediyenin iyisi kötüsü olmaz... 

İzleyecek olanlara iyi seyirler:)))



Devamını oku...

31 Mayıs 2013 Cuma

Hüzün de Yakışır Bize ve Müthiş: 'Kum Sanatıyla Kabe'

"Eğer çıkmak zorunda olmasaydım, senden ayrılmazdım"
Hüzün kokulu bu cümle Efendimiz'e ait.( sallallahu aleyhi vessellem )
Kavmi onu memleketinden hicret etmeye mecbur edince, başını arkaya çevirmiş ve ıslak gözlerle Kabe'ye bakarak bu cümleyi söylemişti.

....

Demek illa ki olacak hüzün... İlla ki ortaya birşeyler konacak, birşeyler özlenecek, illa ki bir yerler yarım kalacak... Çünkü tam olmak için cennetler lazım insanoğluna, Allah'ın zâtı lazım!... Bu dünyadaysa herşey yarım. Bir yeri tamamlasak başka yeri açık kalıyor. Elimizdeki örtü her şeyi örtmeye yetmiyor!

Bu hüzün yolu O'nun (sav) yolu demek... O zaman kardeş yapalım mı hüzünle mutluluğu?:)) hüzün de gönül tahtımızın sultanı olsun ne dersiniz? Zaten bizim mutlululuğumuzun adı
'yetinmek', öyle değil mi? Bu dünyada olabilecek en güzel mutlulukların anahtarı...
....



Yerde insanların tavaf ettiği gibi, göklere kadar da meleklerin tavaf ettiği bu kıymetli bina, öyle özel ki, ilk görüldüğünde edilen duaların kabul edileceği rivayet ediliyor...
Meleklerin kanatlarını ayağının altında kaldırım taşı gibi kullanan Efendimiz'in (sallallahu aleyhi vessellem) Kabe'ye olan özlemi, belki o güne kadar kıble olarak Mescid-i Aksa'ya yönelen müminlerin yönünün, inen ayetlerle Kabe'ye çevrilmesiyle bir nebze olsun azalmıştı. Evet, o ikisi arasında aşık maşuk ilişkisi vardı ve bu ayet Efendimiz (sallallahu aleyhi vessellem ) için bir müjde niteliğindeydi.

“Biz senin yüzünün göğe doğru çevrilmekte olduğunu görüyoruz. Artık seni, râzı olacağın bir kıbleye döndüreceğiz…”
(Bakara sûresi, 2/144)”

Evet O, nezahetle başını göğe çeviriyor, 'ne zaman Allah'ım?' diye intizar ediyor ve beklediği cevap da bu ayet-i kerimeyle gelmiş oluyordu.

'Neden en baştan beri Kabe değildi?' diye soracak olursak da, 'Medinedeki yahudilerin kalplerinin İslama ısınması için' diye cevap verebiliriz. (Kurandan İdrake Yansıyanlar kitabında bu şekilde cevap verilmiş bu soruya)

Rabbim hepimize nasip etsin dünya gözüyle görmeyi, amin..

....

Şimdi sizlere, izleyince önce hayran olduğum, sonra imrendiğim, 'keşke benim elimden de böyle güzellikler gelse' dediğim ve insan denen gerçeğe birkez daha hayran olduğum bu videoyu paylaşmak istiyorum.

Bu videoyu izledikten sonra kum sanatına  bir kere daha hayran kaldım...

Eğer video çalışmazsa youtube'a 'kum sanatı Kabe' yazın çıkan ilk videoyu tıklayın...




Devamını oku...

25 Mayıs 2013 Cumartesi

Hat Sanatı, El Yazısından Karakter Okuma ve Bir Kitap Tanıtımı

10 yıl kadar önceydi..

Değer verdiğim bir ablam gelip bana yeni başladığı hat yazısı sanatından bahsetmiş, aldığı dersler sonrası yaptığı çalışmaları göstermişti. O zamana kadar sadece eserlere bakıp hayranlık hisseden ben etrafımda bu meseleyle alakalı çaba gösteren biri olduğunu görünce mevzuyla oldukça ilgilenmiştim. O yaptığı çalışmalardan ve ders veren hocasından bahsettikçe ilgim daha da artmıştı. 

O anlattıkça ben, bir harf yazmak için bile önce kalben sonra da fiilen ne kadar çabalamak gerektiğini, sabrın bu sanatta ne kadar önemli olduğunu anlamış ve içimden 'keşke ben de yazabilsem' diye heveslenmiştim. Hele hocasının ne kadar mübarek bir zât olduğundan, öğretirken de bu işe sadece gönül işi olarak baktığından ve hiç karşılık beklemediğinden bahsedince hevesim daha da artmış, en azından beni de birgün derse götürmesini rica etmiştim. 


Ben hiçbir zaman -hassasiyet isteyen mevzularda bile- yavaş bir insan olamadım malesef. Sabırla çalışıp itina göstemek hep istediğim ama hiç beceremediğim bir haslet oldu benim için. Belki de o yüzden, belki de o dönem İstanbul'dan ayrılmak üzere olduğum için derslere devam etmeyi hiç düşünmedim ama o hat ustasıyla tanışmak benim için gerçekten çok özeldi...


Ne demişler: "Kur'an-ı Kerim Mekke'de indi, Mısır'da okundu, İstanbul'da yazıldı"


Sözleştiğimiz üzere beni alıp Sultan Ahmet yakınlarındaki işhanlarından birine götürdü. Oda, duvarlarının sanat eserleriyle dolu olduğu mütevazi bir odaydı. Dekarosyan olarak birkaç tabure ve tablodan ibaret olan o odadaki maneviyatı hala hissediyorum. Hafızası çok da kuvvetli olmayan ben malesef tablolardan sadece ikisini hatırlıyorum: "Uhud dağındaki ağlayan taşlar" ve Kabe'nin etrafında tavaf eden insanları temsil eden "vav" harfi...


Arkadaşım, hocasının bir özelliğinin de el yazılarına bakarak insan karakterlerini okuyabilmesi olduğunu söylediğinden hemen oracıkta bir kağıda bir cümle karalamış ve benim de karakterimi okumasını rica etmiştim...


Niye böyledir bilmiyorum... Niye bu kadar severiz kendimizi başkalarından dinlemeyi... Kendimizi tanımak için mi yoksa 'ben' kokan fıtratımızın bunları dinlemesinden hoşlandığı için mi? Gerçekten bilmiyorum... Ama o gün duyduklarım oldukça ilgimi çekmişti. Ne söylediyse doğru ifade etmiş, karakterimi gerçekten özetleyebilmişti. Hatta yakın geçmişimde yaşadığım acı bir olaydan çok etkilenmiş olabileceğimi de söylemiş ve şaşkınlığımı o zaman doruk noktaya taşımıştı. Demek el yazısı bir insanı bu kadar ele veren bir ispiyoncuydu???


Kimbilir daha neler var insanın kendini ele veren, bize kendimizi okumamız için bahşedilen...??


İşte o gün başladı el yazısından karakter okumaya ilgim... Bir ara gerçekten ilgilenmiş, araştırmış ve yavaş yavaş anlamaya da başlamıştım ama sonra üniversite hayatımın yoğunluğu bu ilgimin katili oldu ve bir daha da ilgilenme fırsatı bulamadım. Şimdilerde de hiçbirşey hatırlamıyorum malesef...


Ve birazdan size bahsedeceğim kitabı da işte bu hikayenin sonucu olarak almıştım: 


El Yazısındaki Sır: insanların Karakterlerini El Yazısından Deşifre Edin


               


 

 


Melih Arat, Esra Nur Erbil, Nurtaç Yelden ve Figen Peltek isimli dört yazarın yazdığı bu kitap gerçekten ilgi çekici...


İçindeki bölümlerin bir kısmını şöyle sıralayabiliriz:


Marjlar

Satır Yönü

Satır Aralığı

Yazı Boyutu 

Hız

Açılar, Kemerler

Harf Bağları




 


Ayrıca kitapta Abdullah Gül'den Kraliçe 2.Elizabeth'e, Neşet Ertaş'dan Paris Hilton'a ünlülerin yazı analizleri var ki bu kısmı incelemek çok eğlenceli..


Hele suçluların ve seri katillerin el yazısı örneklerini görmek çok enterasan:))




 


En sonda da 'kendinizi test edin' bölümü var ve bu bölümde de örnek yazı tipleri verilmiş. Zaten her bölümün sonunda da test amacıyla konulan yazı örnekleri ve en sonunda da analiz edilmiş halleri bir diğer ifadeyle cevap anahtarı var...


Kitaptan örnek vermek adına kısa bir özellik anlatacak olursak, mesela;


Satır Yönü


Düz satır yönüne sahipseniz; (yani çizgisiz kağıda yazarken kelimeleriniz aşağı ya da yukarı gitmiyorsa hayata karşı dengeli bir tutum sergiliyorsunuz demektir. Gereksiz yere iyimser ya da kötümser değilsiniz anlamına gelir.


Satır yönünüz yukarı meyilliyse; yaşam enerjinizin  motivasyonunuzun yüksek, olumlu düşüncelere sahip olduğunuzu söyleyebiliriz.


Satır yönünüz aşağı yukarı meyilliyse; genel olarak pozitif bir ruh haline sahip olsanız da, daimi neşe ile bazı olayların üzerini örtüyor da olabilirsiniz.


Satır yönünüz aşağı meyilliyse; hayata olumsuz pencereden bakma eğilimbde olduğunuz söylenebilir. Çoğu kez kötümsersiniz ve kendinizi yorgun ve tükenmiş hissediyorsunuz. Bir projenin yahut içinde bulunduğunuz günün sonunda fiziksel enerjiniz ve motivasyonunuz düşüyor olmalı... Ayrıca depresif olma eğiliminde olduğunuz da söylenebilir.


Satır yönünüz dış bükey meyilliyse (u formu); bir projeye kötümser başlasanız bile zamanla endişelerinizin dağıldığını ve iyimserleştiğinizi söyleyebiliriz.


Satır yönünüz iç bükey meyilliyse (n formu); bu da tam tersi iyimser başlayıp kötümser bitirdiğiniz, kolay motivasyon kaybına uğradığınız anlamına gelir.


Satır yönünüz dalgalıysa; ruh haliniz sık değişiyor demektir. 


.....


Ben sadece bir bölümün özetini yapmaya çalıştım. Belki size ara ara ( mesela her seferinde bir özellik) diğer kaynaklarımdan da yararlanarak bu konuyla alakalı yazılar yazarım. Böylece siz de hem kendinizi analiz eder hem de etrafınızdakilerin el yazısını analiz ederek insanların dikkatini çekebilir ve onları mutlu edebilirsiniz.( inanın herkes buna bayılıyor:)) 



Devamını oku...