risale-i nur etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
risale-i nur etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Nisan 2013 Salı

Kanaat vs İsraf (19. Lema)



Tüketim çağında olmamız cihetiyle herkesin ihtiyacı olduğunu düşündüğüm bu dersi, başta kendi nefsimin daha sonra herkesin istifadesi adına yayınlıyorum:


İktisad Risalesi

(İktisad ve kanaate; israf ve tebzîre dairdir.)

بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ

كُلُوا وَ اشْرَبُوا وَ لاَ تُسْرِفُوا

"Yiyiniz içiniz fakat israf etmeyiniz"

-Ayetin gerisi de "Allah israf edenleri sevmez " şeklinde devam ediyor.. Bu ifadeden de anlaşıldığı üzere israftan kesinlikle uzak durmamız emredilmiş. İsraf etmeseniz daha iyi olur gibi bir ifade kullanmak yerine sevmez denmiş. O zaman israfa girmemeye gayret göstermek şart.

Şu Âyet-i Kerîme, iktisada kat'î emir ve israftan nehy-i sarih suretinde gâyet mühim bir ders-i hikmet veriyor. Şu mes'elede "Yedi Nükte" var.

BİRİNCİ NÜKTE: Hâlik-ı Rahîm, nev-i beşere verdiği nîmetlerin mukabilinde şükür istiyor. İsraf ise; şükre zıttır, nîmete karşı hasâretli bir istihfaftır.

-İstihfaf ne demek bilen var mı?

-İstihfaf; küçük görme, beğenmeme... İstihfafın tersini düşünecek olursak, kıymet verme ifadesiyle karşılaşırız. Kişi kıymet verirse dikkat eder, belki kullanmaya kıyamaz. Bu durumda istihfaf ediyorsa beğenmemiş diyebiliriz. Bu durumda israf eden verilen bunca nimeti beğenmemiş gibi davranmış oluyor da diyebiliriz.

İktisad ise, nîmete karşı ticaretli bir ihtiramdır.

-İktisad eden hem ölçülü yaşayıp tasarruf edebildiğinden hem de berekete nail olacağından gerçekten karlı bir ticarete girmiş olur.

Evet iktisad hem bir şükr-ü mânevî, hem nimetlerdeki Rahmet-i İlâhiyyeye karşı bir hürmet, hem kat'î bir surette sebeb-i bereket, hem bedene perhiz gibi bir medâr-ı sıhhat, hem mânevî dilencilik zilletinden kurtaracak bir sebeb-i izzet, hem nimet içindeki lezzeti hissetmesine ve zâhiren lezzetsiz görünen nîmetlerdeki lezzeti tatmasına kuvvetli bir sebebdir. İsraf ise, mezkûr hikmetlere muhâlif olduğundan, vahim neticeleri vardır.

-Sağlık problemi yaşayan insanlara baktığımızda çoğuna tavsiye edilen tedavinin perhiz olduğunu görürüz. Allah dostlarının illa ki yemeklerden kısıtladıklarını, maddi manrvi oruç tuttklarını biliyoruz. Çok yedikçe çok uyuyan, çok uyudukça tembelleşen, gaflete düşen insan az yedikçe zinde olacak..
Ne garip bir dünya değil mi kimileri çok yemekten ölüyor, kimileri açlıktan... Kimileri zayıflamak için tonlarca para döküyor, kimileri de azıcık ekmek için saatlerce çalışıyor...

İKİNCİ NÜKTE: Fâtır-ı Hakîm, insanın vücudunu mükemmel bir saray suretinde ve muntazam bir şehir misalinde yaratmış. Ağızdaki kuvve-i zâikayı bir kapıcı, â'sab ve damarları telefon ve telgraf telleri gibi (Kuvve-i zâika ile, merkez-i vücuddaki mîde ile bir medâr-ı muhabereleridir) ki: Ağıza gelen maddeyi o damarlarla haber verir. Bedene, mîdeye lüzumu yoksa "Yasaktır!" der, dışarı atar. Bazen da bedene menfaatı olmamakla beraber zararlı ve acı ise; hemen dışarı atar, yüzüne tükürür.

-Bu örnek gerçekten enfes. Aslında çok açık ama önemli olması cihetiyle tekrar edelim.
Yani;
Vücudumuz saray gibi...
Dilimiz kapıcı,
Damarlar ve sinirler iletişim kabloları,
Mide de efendi.

-Bu demek oluyor ki kapıcının her geleni içeri sokmaması gerektiği gibi, dil de vücuttan sorumlu olacak ve her gelen tadın heveslisi olmayacak.

İşte mâdem ağızdaki kuvve-i zâika bir kapıcıdır; mîde, cesedin idaresi noktasında bir efendi ve bir hâkimdir. O saraya veyahût o şehre gelen ve sarayın hâkimine verilen hediyenin yüz derece kıymeti varsa, kapıcıya bahşiş nev'inden ancak beş derecesi muvafık olur, fazla olamaz. Tâ ki; kapıcı gururlanıp, baştan çıkıp vazifeyi unutup, fazla bahşiş veren ihtilâlcileri saray dahiline sokmasın.

-Gelen misafirin kapıcıya da bahşiş vermesi normaldir ancak efendiye getirdiği yüz paralık hediyenin on paralığını belki ancak hakeder. Eğer gereğinden fazla verse garip bir durum olur. Aynen öyle de insan tadı için hem çok pahalı hem çok zararlı yiyecekleri sürekli yerse dilin yani kapıcını isteğini gerçekleştirmiş olur. Bu sefer de yaşamak için yemek yerine, yemek için yaşamaya başlar...

İşte bu sırra binâen, şimdi iki lokma farzediyoruz. Bir lokma, peynir ve yumurta gibi mugaddi maddeden kırk para; diğer lokma, en âlâ baklavadan on kuruş olsa.. bu iki lokma, ağıza girmeden, beden itibariyle farkları yoktur, müsâvidirler; boğazdan geçtikten sonra, cesed beslemesinde yine müsâvidirler. Belki, bazen kırk paralık peynir daha iyi besler. Yalnız, ağızdaki kuvve-i zâikayı okşamak noktasında yarım dakika bir fark var. Yarım dakika hatırı için kırk paradan on kuruşa çıkmak, ne kadar mânâsız ve zararlı bir israf olduğu kıyas edilsin.


-Lezzet denilen hadise aslında sadece yiyeceği yutana kadardır. Sonrasında lezzetli olanın bir üstünlüğü olmadığı gibi zararı olabilir. O zaman insan " sanki yedim " camisi hikayesindeki gibi nefsine hâkim olmayı bilmelidir. ( zât-ı muhteremin birisi cami yaptırmayı çok isteyince canının her istediğini almayıp kenara koymıs ve biriktirdiği paralarla cami yaptırmıştır)

-Elbette ki israf sadece yiyeceklerde yatığımız birşey değil. Daha başka nelerde israf ediyoruz?
-Mesela kıyafet israfı, eşya israfı, zaman israfı, kelam israfı...
-Sanki yedim'le kalmasak da, sanki giydim, sanki aldım desek keşke değil mi?

-Bu ülkeye geçici gelenlerin evlerini nasıl döşediğine baksak.. Çok da umursamıyor, gereğinden fazlasını almıyorlar değil mi? Neden ? Çünkü nasılsa geçiciyiz diye düşünüyorlar. Demek ki bu dünyadaki geçiciliğimizi unutmasak israf etmeyeceğiz.

-Zaman israfı... İsterseniz birgün boyunca neşer yaptığınızı saat saat yazın. En yoğun olduğunu iddia eden insan bile bir sürü boşluk bulacak. En azından bir dizinin karşısında otursak bir buçuk saat kaybedebiliyoruz.

-Kelam israfı: boş konuşmak, gıybet etmek... Bunlar hep yaptığımız şeyler değil mi?

-Hele ki zaman tüketim çağıyken israf etmek ne kadar kolay. Çocuklarımız mesela, neler istiyorlar bizden? Biz en fazla oyuncak bebek isterdik ama onlar play station lar, iphone larla başladı...nerden öğreniyor bu çocuk bunları? Ya reklamlardan, ya arkadaşlarından... Daha küçücükkenden başlıyor israf değil mi? İşte onlara israfın kötülüğünü kendi yaşantımızla öğretecek olan da biziz.


Kaldığımız yerden devam edelim mi?


Şimdi, saray hâkimine gelen hediye kırk para olmakla beraber, kapıcıya dokuz defa fazla bahşiş vermek, kapıcıyı baştan çıkarır, "Hâkim benim" der. Kim fazla bahşiş ve lezzet verse onu içeriye sokacak, ihtilâl verecek, yangın çıkaracak, "Aman doktor gelsin, hararetimi teskin etsin, ateşimi söndürsün." dedirmeye mecbur edecek. İşte iktisat ve kanaat, hikmet-i İlâhiyyeye tevfik-ı harekettir. Kuvve-i zâikayı kapıcı hükmünde tutup, ona göre bahşiş verir. İsraf ise; o hikmete zıt hareket ettiği için çabuk tokat yer, mîdeyi karıştırır, iştiha-yı hakîkîyi kaybeder. Tenevvü-ü et'imeden gelen sun'î bir iştiha-yı kâzibe ile yedirir, hazımsızlığa sebebiyet verir, hasta eder.

-Demek ki tadı güzel diye herşeyi içeri alsak kapıcıyı şımartmış olacağız. Şimdi bu ifadeyi beynimize kazıyıp, ne zaman canımız gereksiz birşey çekse, "kapıcıyı şımartmayalım" diye kendimize telkin verelim mi?


ÜÇÜNCÜ NÜKTE: Sâbık ikinci nüktede, kuvve-i zâika kapıcıdır dedik. Evet ehl-i gaflet ve rûhen terakki etmiyen ve şükür mesleğinde ileri gitmiyen insanlar için bir kapıcı hükmündedir. Onun telezzüzü hatırı için israfâta ve bir dereceden on derece fiata çıkmamak gerektir. Fakat, hakikî ehl-i şükrün ve ehl-i hakikatın ve ehl-i kalbin kuvve-i zâikası -Altıncı Söz'deki muvâzenede beyan edildiği gibi, kuvve-i zâikası- Rahmet-i İlâhiyenin matbahlarına bir nâzır ve bir müfettiş hükmündedir. Ve o kuvve-i zâikada taamlar adedince mîzancıklarla nimet-i İlâhiyyenin envaını tartmak ve tanımak; bir şükr-ü mânevî suretinde cesede, mîdeye haber vermektir. İşte bu surette kuvve-i zâika, yalnız maddî cesede bakmıyor. Belki kalbe, ruha, akla dahi baktığı cihetle mîdenin fevkınde hükmü var, makamı var.

-Cenab-ı Hakk yiyeceği yarattığı gibi ona tat alma çeşitliliğini de vermiş öyle değil mi? Ayni dille binlerce farklı tat alabiliyoruz. Yemek yemek bir zorunluluk, sadece biyolojik bir ihtiyaç da olabilirdi ama Rabbim cömertlik etmiş, cennete numune olsun istemiş. Hafife almak insana yakışır mı?

-Ben demiyorum ki hiç yemeyelim içmeyelim.. Ancak bu zamanda da olsa dikkat edebiliriz. Sahabe misal, onlar gibi olamasak da onları ölçü alıp o yolda olmaya çalışabiliriz... Modanın, reklamların, bu tüketim çağının esiri olmaktan kurtulabiliriz...

-Daha bitmedi aslında ama bu günlük burda bırakalım.

-Hepimize örnek olması açısından izninizle Sahabe dönemindeki sadeliği anlatan bu yazıyı okumak istiyorum....

.....

-Ben birşey sormak istiyorum: tutumlulukla cimriliği nasıl ayırd edeceğiz?

-Aslında bu konu dersin sonunda anlatılmış ama oraya kadar gelemedik. İsterseniz şu hikayeyi okuyalım, anlaşılacağını ümid ediyorum:

Sahabenin abâdile-i seb'a-yı meşhuresinden olan Abdullah İbn-i Ömer Hazretleri ki: Halife-i Resûlullâh olan Fâruk-u Âzam Hazret-i Ömer'in (R.A.) en mühim ve büyük mahdumu ve sahabe âlimlerinin içinde en mümtazlarından olan o zat-ı mübârek çarşı içinde, alış-verişte, kırk paralık bir mes'eleden, iktisad için ve ticaretin medârı olan emniyet ve istikameti muhafaza için şiddetli münakaşa etmiş. Bir sahabe ona bakmış. Rûy-i zemînin Halife-i Zîşanı olan Hazret-i Ömer'in mahdûmunun kırk para için münakaşasını âcib bir hısset tevehhüm ederek o imamın arkasına düşüp, ahvâlini anlamak ister. Baktı ki Hazret-i Abdullah hâne-i mübarekine girdi. Kapıda bir fakir adam gördü. Bir parça eğlendi; ayrıldı, gitti. Sonra hanesinin ikinci kapısından çıktı, diğer bir fakiri orada da gördü. Onun yanında da bir parça eğlendi; ayrıldı, gitti. Uzaktan bakan o sahabe merak etti. Gitti o fakirlere sordu: "İmam sizin yanınızda durdu, ne yaptı?" Herbirisi dedi: "Bana bir altın verdi." O sahabe dedi: "Fesübhânallah! Çarşı içinde kırk para için böyle münakaşa etsin de, sonra hanesinde ikiyüz kuruşu kimseye sezdirmeden kemâl-i rıza-yı nefisle versin!" diye düşündü, gitti, Hazret-i Abdullah İbn-i Ömer'i gördü. Dedi: "Ya İmam! Bu müşkilimi hallet. Sen çarşıda böyle yaptın, hanende de şöyle yapmışsın." Ona cevapen dedi ki: "Çarşıdaki vaziyet iktisaddan ve kemâl-i akıldan ve alış-verişin esası ve ruhu olan emniyetin, sadâkatin muhafazasından gelmiş bir hâlettir; hısset değildir. Hanemdeki vaziyet, kalbin şefkatinden ve ruhun kemâlinden gelmiş bir hâlettir. Ne o hıssettir ve ne de bu israftır."

İmam-ı Azam, bu sırra işaret olarak لاَ اِسْرَافَ فِى الْخَيْرِ كَمَا لاَ خَيْرَ فِى اْلاِسْرَفِ demiş. Yâni: "Hayırda ve ihsanda (fakat müstehak olanlara) israf olmadığı gibi, israfta da hiçbir hayır yoktur."

-O zaman diyebiliriz ki, hayır yapmak istersek istediğimiz kadar verebiliriz. Bu asla israf olmaz. Zaten bu da sahabe ufkudur..(malının hepsini tasadduk eden Hz Ebubekir gibi mesela)

Vesselam...
Devamını oku...

9 Nisan 2013 Salı

1. Lema




Bu ders tarihini tam hatırlayamamakla birlikte aylar öncesine ait oldğundan emin olduğum bir ders:

-Bildiğimiz gibi akşam namazı ile yatsı namazı arasında okunması tavsiye edilen bazı ayetler var. Bunların bazıları peygamberlere ait dualar. İşte birinci lemadaki dua da bahsi geçen dualardan Hz Yunus'a ait olanı.

İsterseniz önce Hz Yunus (as) ın kıssasını hatırlayalım:

Yûnus Aleyhisselâmın başından geçenler kısaca şöyle:
Cenabı Hak, Hazreti Yûnus’u Ninova halkına peygamber olarak gönderdi.
Ninova, bugün Irak sınırları içinde yer alan o tarihlerde yüz bin nüfuslu bir şehirdi. Şehir halkı puta tapıyor, her türlü kötülüğü işliyordu.
Yûnus Aleyhisselâm onlara hak dini anlattı ama Ninovalılar peygamberlerine kulak vermediler.
Cenabı Hak, kırk gün içinde başlarına büyük bir felâketin geleceğini haber verdi.
Yûnus Aleyhisselâm bu haberi onlara duyurdu, ama hiç oralı olmadılar.
Otuz yedinci gün gelince felâket belirtileri görülmeye başladı.
Hava karardı, etrafı korkunç bir hal aldı. Ama onlarda en ufak bir değişiklik yoktu. Uyanmıyorlardı.
Sonunda Hz. Yûnus halkına kızdı ve şehri terk etti. Sahile gitti, orada hazır duran bir gemiye bindi.Gemi denize açıldı. Fakat biraz sonra sağa sola yalpa yapmaya başladı.Gemide bir suçlu vardı. Efendisinden kaçan bir köle bulunuyordu.Yolcular arasında kura çektiler. Üç seferinde de kura Hz. Yûnus’a çıktı.Çünkü bir peygamber olmasına rağmen Rabbinden izin almadan halkını terk etmişti.Vakit geceydi, deniz dalgalıydı. Hz. Yûnus kendini kaldırdı, denizin ortasına attı.

                                                                                                     Birinci Lem'a

Hazret-i Yunus İbn-i Metta Alâ Nebiyyina ve Aleyhissalâtü Vesselâm'ın münacatı, en azîm bir münacattır ve en mühim bir vesile-i icabe-i duadır. Hazret-i Yunus Aleyhisselâm'ın kıssa-i meşhuresinin hülâsası: Denize atılmış, büyük bir balık onu yutmuş. Deniz fırtınalı ve gece dağdağalı ve karanlık ve her taraftan ümid kesik bir vaziyette

لاَ اِلَهَ اِلاَّ اَنْتَ سُبْحَانَكَ اِنِّى كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ

münacatı, ona sür'aten vasıta-i necat olmuştur.

-Sizce burda neden dua ifadesi yerine münacat ifadesi kullanılmış?

-Münacat daha çok sıkıntılı zamanlarda esma-ul husna ile dua etmek...bir nevi arz-ı hal de diyebiliriz. Hz Yunus as da burda sadece durum bildirip pişmanlığını dile getiriyor. İlle de beni balığın karnından kurtar demiyor.Arz-ı hal... Münacat da bu olsa gerek, Veysel Karani hazretleri gibi...

Şu münacatın sırr-ı azîmi şudur ki: O vaziyette esbab bilkülliye sukut etti. Çünki o halde ona necat verecek öyle bir zât lâzım ki; hükmü hem balığa, hem denize, hem geceye, hem cevv-i semaya geçebilsin. Çünki onun aleyhinde "gece, deniz ve hut ittifak etmişler. Bu üçünü birden emrine müsahhar eden bir zât onu sahil-i selâmete çıkarabilir. Eğer bütün halk onun hizmetkârı ve yardımcısı olsa idiler, yine beş para faideleri olmazdı.



-İsterseniz kıssadaki hisseyi alabilmek adına hepimiz kendimizi Hz Yunus as ın yerine koymaya çalışalım. Belki bu kadar sıkıntılı durumlara maruz kalmadık ama biz de genel olarak hep sıkıntılı anlarımızda Allah' a daha çok sığınmıyor muyuz? Sebeplerin çoğunlukla ortadan kalktığı, kendimizi küçücük hissettiğimiz o anlar Allah' a en çok sığındığımız anlar değil mi? Kendimizi aciz ve zavallı hissettiğimizde kapıyı daha bir korkuyla, daha güçlü çalmıyor muyuz? Belki de bu yüzden acz insanı Allah' a yaklaştıran en kısa yol...

İşte Hz Yunus da balığın karnında O'nun kudretini hissetmiş ve belki de bu yüzden yani kudrete güvendiği için ümidini kaybetmek yerine Allah' a sığınmıştı.

Demek esbabın tesiri yok. Müsebbib-ül Esbab'dan başka bir melce' olamadığını aynelyakîn gördüğünden, sırr-ı ehadiyet, nur-u tevhid içinde inkişaf ettiği için şu münacat birdenbire geceyi, denizi ve hutu müsahhar etmiştir.

-Evet aslında esbab sadece bir perdedir. Bazen elde etmek istediğiniz bir şey için uğraşır, çabalarsınız ama bir şekilde olmaz. Ama yönetmen ne derse o olur... Bunu şöyle misallendirebiliriz;
Bizler sahneye çıkmış oyuncular gibiyiz... Elimizde bir senaryo, oyunu yöneten bir yönetmen var ve sahneden in dendiğinde de inmek zorundayız. Oyunculuk gereği de senaryoyu beğenmesek de üzerimize düşeni yapmak durumundayız. Dikkat etmemiz gereken şeyse, rolümüzü istenildiği şekilde oynamak... O zaman şöyle diyebiliriz; dünya hayatı da bir oyun gibi.. Yönetmen ne derse o olur:)

- Ayne-l yakin ifadesini duyan var mı daha önce?

????

Ayne-l yakin de imanın derecelerinden biri... Bildiğiniz gibi üç derece var: ilme-l yakin, ayne-l yakin, hakka-l yakin... Misallendirecek olursak dışarda yağan yağmurun sesini duyup yağmur yağdığına inanmak ilme- l yakin, perdeyi açıp yağmuru görmek ayne- l yakin, çıkıp ıslanarak müşahede etmekse hakka-l yakin....

Sırr- ı tevhid meselesine gelince; tevhid deyince ne geliyor aklımıza?

-Allah'ın bir olması

-Peki "tevhid tutkunu olmamız lazım" desem bundan ne anlarız? Bu cümleyi bir yerde okumuş ve gerçekten çok etkilenmiştim.

- Tevhid tutkunu olursak Allah'ın var ve tek olduğunu zerrelerimizle hissetmiş oluruz. Bu da sebeplere esir olmamamızı sağlar.

- Evet, istediğimiz herşeyi O'ndan ister verecek kudreti olduğundan da emin olduğumuz için kendimizi güvende hissederiz.

- Hani Efendimiz sav "bir kere la ilahe illallah diyen cennete girer" diyor ya belki de O bu hadisele bize bu hakikatleri anlatmak istedi... Peki sırr-ı ehadiyet deyince ne anlıyoruz?

-Ehadiyet Allah'ın bir olması değil mi?

-Evet ancak ehadiyette daha bir özel olma sözkonusu. Vahidiyet genelse ehadiyet özel diyebiliriz. İkisi arasındaki fark 20. Mektup 2. Mektupta ayrıntılı bir şekilde anlatılmış, belki sonra orayı da okuruz....

Ehadiyette hususi bir teveccüh sözkonusudur. Peygamberlere de genelde bu şekilde hususi teveccühler lütfedilmiştir.

O zaman diyebiliriz ki, Hz yunus bu münacatıyla tevhid tutkunu olduğunu göstermiş, kapıyı hususi misafirlere mahsus çalabilmiştir ve kapı böyle çalınınca da sebepler alt üst olmuş, Hz Yunus kurtulmuştur....

O nur-u tevhid ile hutun karnını bir taht-el bahr gemisi hükmüne getirip ve zelzeleli dağ-vari emvac dehşeti içinde; denizi, o nur-u tevhid ile emniyetli bir sahra, bir meydan-ı cevelan ve tenezzühgâhı olarak o nur ile sema yüzünü bulutlardan süpürüp, Kamer'i bir lâmba gibi başı üstünde bulundurdu. Her taraftan onu tehdid ve tazyik eden o mahlukat, her cihette ona dostluk yüzünü gösterdiler. Tâ sahil-i selâmete çıktı, şecere-i yaktîn altında o lütf-u Rabbanîyi müşahede etti.

-Şecere-i yaktin uzun yapraklı bir ağaç olduğu için Hz Yunus o ağacın altımda dinlenebilmiştir. Başka bir sohbette Hz Adem'in de şecere-i yaktin altına indirildiğini dinlemiştim...

İşte Hazret-i Yunus Aleyhisselâm'ın birinci vaziyetinden yüz derece daha müdhiş bir vaziyetteyiz.

-İnsan bu cümleyi okuyunca şöyle bir irkiliyor değil mi? Gece vakti, fırtınalı denizde , balığın karnında olan birinden nasıl daha kötü durumda olabiliriz ki? Var mı fikri olan?

-Onun içinde bulunduğu durumda en fazla bu dünyası biterdi, sonuçta o bir peygamber ama bizim öbür tarafa dair bir garantimiz olmadığına göre biz daha zor durumdayız denebilir.

-Evet çok doğru....

Gecemiz, istikbaldir. İstikbalimiz, nazar-ı gafletle onun gecesinden yüz derece daha karanlık ve dehşetlidir.

-Gece ile istikbal arasında nasıl bir bağlantı var sizce?

-ikisinin de karanlık olması olabilir mi?

-Olabilir tabi. İstikbal de bizim için bilinmez olduğundan karanlık diyebiliriz....

Denizimiz, şu sergerdan küre-i zeminimizdir. Bu denizin her mevcinde binler cenaze bulunuyor; onun denizinden bin derece daha korkuludur. Bizim heva-yı nefsimiz, hutumuzdur; hayat-ı ebediyemizi sıkıp mahvına çalışıyor.

-Heva-yı nefsimizin, diğer bir ifadeyle bitmek bilmeyen isteklerimizin de balığa benzetilmesi manidar olmuş değil mi? Bizi yutan kocaman birşey ama aynı zamanda eğer O'na sığınmayı becerebilirsek kontrol altına girip bize hizmet edecek birşey...

Bu hut, onun hutundan bin derece daha muzırdır. Çünki onun hutu yüz senelik bir hayatı mahveder. Bizim hutumuz ise, yüz milyon seneler hayatın mahvına çalışıyor. Madem hakikî vaziyetimiz budur; biz de Hazret-i Yunus Aleyhisselâm'a iktidaen, umum esbabdan yüzümüzü çevirip doğrudan doğruya Müsebbib-ül Esbab olan Rabbimize iltica edip

لاَ اِلَهَ اِلاَّ اَنْتَ سُبْحَانَكَ اِنِّى كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ”

demeliyiz ve aynelyakîn anlamalıyız ki; gaflet ve dalaletimiz sebebiyle aleyhimize ittifak eden istikbal, dünya ve heva-yı nefsin zararlarını def'edecek yalnız o zât olabilir ki; istikbal taht-ı emrinde, dünya taht-ı hükmünde, nefsimiz taht-ı idaresindedir.

-Tıpkı Hz Yunus' u kurtaracak olanın hükmünün hen gece, hem deniz, hem balığa hükmetmesi gerektiği gibi bizi kurtaracak olan da hem dünyayı hem istikbali hem nefsimizi idare altında tutmalı. Ve biz herşeyle bu kadar alakadarken, diğer bir ifadeyle dünya dertleriyle boğuşup, istikbal korkularıyla yaşarken, aynı zamanda nefsimize söz geçirmeye çalışırken hepsini kontrol altında tutandan yardım istemezsek kaybedenlerden olabiliriz...


Acaba Hâlık-ı Semavat ve Arz'dan başka hangi sebeb var ki, en ince ve en gizli hatırat-ı kalbimizi bilecek ve bizim için istikbali, âhiretin icadıyla ışıklandıracak ve dünyanın yüzbin boğucu emvacından kurtaracak, hâşâ, Zât-ı Vâcib-ül Vücud'dan başka hiçbir şey, hiçbir cihette onun izni ve iradesi olmadan imdad edemez ve halaskâr olamaz.

-Kalbimizdeki herşeyi bilmesi... Bunu hissedebilmek öyle güzel ki. Asla yanlış anlaşılmayacağımız, açıklamalar yapmaya, parantezler açmaya gerek olmayan... Ne diyor mülk suresinde , yaradan bilmez mi hiç? O latif ve Habirdir... Herşeyden haberdardır.

Madem hakikat-ı hal böyledir. Nasılki Hazret-i Yunus Aleyhisselâm'a o münacatın neticesinde hutu ona bir merkûb, bir taht-el bahr ve denizi bir güzel sahra ve gece mehtablı bir latif suret aldı. Biz dahi o münacatın sırrıyla

لاَ اِلَهَ اِلاَّ اَنْتَ سُبْحَانَكَ اِنِّى كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ demeliyiz.

لاَ اِلَهَ اِلاَّ اَنْتَ cümlesiyle istikbalimize, سُبْحَانَكَ kelimesiyle dünyamıza, اِنِّى كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ fıkrasıyla nefsimize nazar-ı merhametini celbetmeliyiz.

- لاَ اِلَهَ اِلاَّ اَنْتَ cümlesiyle istikbalimize: çünkü bahsettiğimiz tevhid tutkunu olmakla içimizde geleceğimize dair hissettiğimiz tüm korkuları emniyete çevirebiliriz.

سُبْحَانَكَ kelimesiyle dünyamıza: O' nun sanatlarını okuyup her eksikten uzak olduğunu hissetmek de yine O'na olan bağlılığımızı arttıracak..

اِنِّى كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ fıkrasıyla nefsimize: yine nefsimize karşı avukat değil savcı olarak, eksikliğimizi bilerek....

Ta ki, nur-u iman ile ve Kur'anın mehtabıyla istikbalimiz tenevvür etsin ve o gecemizin dehşet ve vahşeti, ünsiyet ve tenezzühe inkılab etsin. Ve mütemadiyen mevt ve hayatın değişmesiyle seneler ve karnlar emvacı üstünde hadsiz cenazeler binip ademe atılan dünyamız ve zeminimizde, Kur'an-ı Hakîm'in tezgâhında yapılan bir sefine-i maneviye hükmüne geçen hakikat-ı İslâmiyet içine girip selâmetle o denizin üstünde gezip, tâ sahil-i selâmete çıkarak hayatımızın vazifesi bitsin. O denizin fırtınaları ve zelzeleleri, sinema perdeleri gibi tenezzühün manzaralarını tazelendirmekle, vahşet ve dehşet yerine, nazar-ı ibret ve tefekkürü keyiflendirerek okşayıp ışıklandırsın. Hem o sırr-ı Kur'anla, o terbiye-i Furkaniye ile; nefsimiz bize binmeyecek, merkûbumuz olup, bizi ona bindirip, hayat-ı ebediyemizin kazanmasına kuvvetli bir vasıtamız olsun.

-Burda da şu sinema perdesi meselesinin üzerinde durursak, sinema perdesi de hareketli, bizi izledikçe zevklendiren birşeydir. Üstad da belki de o yüzden bu ifadeyi kullandı çünkü kainatta da sürekli bir hareket sözkonusu....

Elhasıl: Madem insan, mahiyetinin câmiiyeti itibariyle sıtmadan müteellim olduğu gibi, arzın zelzele ve ihtizazatından ve kâinatın kıyamet hengâmında zelzele-i kübrasından müteellim oluyor. Ve nasılki hurdebînî bir mikrobdan korkar; ecram-ı ulviyeden zuhur eden kuyruklu yıldızdan dahi korkar. Hem nasılki hanesini sever, koca dünyayı da öyle sever. Hem nasılki küçük bahçesini sever, öyle de hadsiz ebedî Cennet'i dahi müştakane sever. Elbette böyle bir insanın Mabudu, Rabbi, melcei, halaskârı, maksudu öyle bir zât olabilir ki, umum kâinat onun kabza-i tasarrufunda, zerrat ve seyyarat dahi taht-ı emrindedir. Elbette öyle bir insan daima Yunusvari (A.S.) لاَ اِلَهَ اِلاَّ اَنْتَ سُبْحَانَكَ اِنِّى كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ demeye muhtaçtır.

- Evet, o kadar çok şeyden korkuyor, o kadar çok şey istiyor ama aynı zamanda o kadar da çok aciziz, öyleyse tek kurtarıcı O olmalı ki bizi bunca karmaşıklık içinde emniyette hissettirsin...o zaman diyebiliriz ki biz bu münacata Hz yunusdan daha fazla muhtacız.

Rabbim hz Yunus gibi hissederek söylemeyi nasib etsin....

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ”


Devamını oku...