16 Nisan 2013 Salı

Kanaat vs İsraf (19. Lema)



Tüketim çağında olmamız cihetiyle herkesin ihtiyacı olduğunu düşündüğüm bu dersi, başta kendi nefsimin daha sonra herkesin istifadesi adına yayınlıyorum:


İktisad Risalesi

(İktisad ve kanaate; israf ve tebzîre dairdir.)

بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ

كُلُوا وَ اشْرَبُوا وَ لاَ تُسْرِفُوا

"Yiyiniz içiniz fakat israf etmeyiniz"

-Ayetin gerisi de "Allah israf edenleri sevmez " şeklinde devam ediyor.. Bu ifadeden de anlaşıldığı üzere israftan kesinlikle uzak durmamız emredilmiş. İsraf etmeseniz daha iyi olur gibi bir ifade kullanmak yerine sevmez denmiş. O zaman israfa girmemeye gayret göstermek şart.

Şu Âyet-i Kerîme, iktisada kat'î emir ve israftan nehy-i sarih suretinde gâyet mühim bir ders-i hikmet veriyor. Şu mes'elede "Yedi Nükte" var.

BİRİNCİ NÜKTE: Hâlik-ı Rahîm, nev-i beşere verdiği nîmetlerin mukabilinde şükür istiyor. İsraf ise; şükre zıttır, nîmete karşı hasâretli bir istihfaftır.

-İstihfaf ne demek bilen var mı?

-İstihfaf; küçük görme, beğenmeme... İstihfafın tersini düşünecek olursak, kıymet verme ifadesiyle karşılaşırız. Kişi kıymet verirse dikkat eder, belki kullanmaya kıyamaz. Bu durumda istihfaf ediyorsa beğenmemiş diyebiliriz. Bu durumda israf eden verilen bunca nimeti beğenmemiş gibi davranmış oluyor da diyebiliriz.

İktisad ise, nîmete karşı ticaretli bir ihtiramdır.

-İktisad eden hem ölçülü yaşayıp tasarruf edebildiğinden hem de berekete nail olacağından gerçekten karlı bir ticarete girmiş olur.

Evet iktisad hem bir şükr-ü mânevî, hem nimetlerdeki Rahmet-i İlâhiyyeye karşı bir hürmet, hem kat'î bir surette sebeb-i bereket, hem bedene perhiz gibi bir medâr-ı sıhhat, hem mânevî dilencilik zilletinden kurtaracak bir sebeb-i izzet, hem nimet içindeki lezzeti hissetmesine ve zâhiren lezzetsiz görünen nîmetlerdeki lezzeti tatmasına kuvvetli bir sebebdir. İsraf ise, mezkûr hikmetlere muhâlif olduğundan, vahim neticeleri vardır.

-Sağlık problemi yaşayan insanlara baktığımızda çoğuna tavsiye edilen tedavinin perhiz olduğunu görürüz. Allah dostlarının illa ki yemeklerden kısıtladıklarını, maddi manrvi oruç tuttklarını biliyoruz. Çok yedikçe çok uyuyan, çok uyudukça tembelleşen, gaflete düşen insan az yedikçe zinde olacak..
Ne garip bir dünya değil mi kimileri çok yemekten ölüyor, kimileri açlıktan... Kimileri zayıflamak için tonlarca para döküyor, kimileri de azıcık ekmek için saatlerce çalışıyor...

İKİNCİ NÜKTE: Fâtır-ı Hakîm, insanın vücudunu mükemmel bir saray suretinde ve muntazam bir şehir misalinde yaratmış. Ağızdaki kuvve-i zâikayı bir kapıcı, â'sab ve damarları telefon ve telgraf telleri gibi (Kuvve-i zâika ile, merkez-i vücuddaki mîde ile bir medâr-ı muhabereleridir) ki: Ağıza gelen maddeyi o damarlarla haber verir. Bedene, mîdeye lüzumu yoksa "Yasaktır!" der, dışarı atar. Bazen da bedene menfaatı olmamakla beraber zararlı ve acı ise; hemen dışarı atar, yüzüne tükürür.

-Bu örnek gerçekten enfes. Aslında çok açık ama önemli olması cihetiyle tekrar edelim.
Yani;
Vücudumuz saray gibi...
Dilimiz kapıcı,
Damarlar ve sinirler iletişim kabloları,
Mide de efendi.

-Bu demek oluyor ki kapıcının her geleni içeri sokmaması gerektiği gibi, dil de vücuttan sorumlu olacak ve her gelen tadın heveslisi olmayacak.

İşte mâdem ağızdaki kuvve-i zâika bir kapıcıdır; mîde, cesedin idaresi noktasında bir efendi ve bir hâkimdir. O saraya veyahût o şehre gelen ve sarayın hâkimine verilen hediyenin yüz derece kıymeti varsa, kapıcıya bahşiş nev'inden ancak beş derecesi muvafık olur, fazla olamaz. Tâ ki; kapıcı gururlanıp, baştan çıkıp vazifeyi unutup, fazla bahşiş veren ihtilâlcileri saray dahiline sokmasın.

-Gelen misafirin kapıcıya da bahşiş vermesi normaldir ancak efendiye getirdiği yüz paralık hediyenin on paralığını belki ancak hakeder. Eğer gereğinden fazla verse garip bir durum olur. Aynen öyle de insan tadı için hem çok pahalı hem çok zararlı yiyecekleri sürekli yerse dilin yani kapıcını isteğini gerçekleştirmiş olur. Bu sefer de yaşamak için yemek yerine, yemek için yaşamaya başlar...

İşte bu sırra binâen, şimdi iki lokma farzediyoruz. Bir lokma, peynir ve yumurta gibi mugaddi maddeden kırk para; diğer lokma, en âlâ baklavadan on kuruş olsa.. bu iki lokma, ağıza girmeden, beden itibariyle farkları yoktur, müsâvidirler; boğazdan geçtikten sonra, cesed beslemesinde yine müsâvidirler. Belki, bazen kırk paralık peynir daha iyi besler. Yalnız, ağızdaki kuvve-i zâikayı okşamak noktasında yarım dakika bir fark var. Yarım dakika hatırı için kırk paradan on kuruşa çıkmak, ne kadar mânâsız ve zararlı bir israf olduğu kıyas edilsin.


-Lezzet denilen hadise aslında sadece yiyeceği yutana kadardır. Sonrasında lezzetli olanın bir üstünlüğü olmadığı gibi zararı olabilir. O zaman insan " sanki yedim " camisi hikayesindeki gibi nefsine hâkim olmayı bilmelidir. ( zât-ı muhteremin birisi cami yaptırmayı çok isteyince canının her istediğini almayıp kenara koymıs ve biriktirdiği paralarla cami yaptırmıştır)

-Elbette ki israf sadece yiyeceklerde yatığımız birşey değil. Daha başka nelerde israf ediyoruz?
-Mesela kıyafet israfı, eşya israfı, zaman israfı, kelam israfı...
-Sanki yedim'le kalmasak da, sanki giydim, sanki aldım desek keşke değil mi?

-Bu ülkeye geçici gelenlerin evlerini nasıl döşediğine baksak.. Çok da umursamıyor, gereğinden fazlasını almıyorlar değil mi? Neden ? Çünkü nasılsa geçiciyiz diye düşünüyorlar. Demek ki bu dünyadaki geçiciliğimizi unutmasak israf etmeyeceğiz.

-Zaman israfı... İsterseniz birgün boyunca neşer yaptığınızı saat saat yazın. En yoğun olduğunu iddia eden insan bile bir sürü boşluk bulacak. En azından bir dizinin karşısında otursak bir buçuk saat kaybedebiliyoruz.

-Kelam israfı: boş konuşmak, gıybet etmek... Bunlar hep yaptığımız şeyler değil mi?

-Hele ki zaman tüketim çağıyken israf etmek ne kadar kolay. Çocuklarımız mesela, neler istiyorlar bizden? Biz en fazla oyuncak bebek isterdik ama onlar play station lar, iphone larla başladı...nerden öğreniyor bu çocuk bunları? Ya reklamlardan, ya arkadaşlarından... Daha küçücükkenden başlıyor israf değil mi? İşte onlara israfın kötülüğünü kendi yaşantımızla öğretecek olan da biziz.


Kaldığımız yerden devam edelim mi?


Şimdi, saray hâkimine gelen hediye kırk para olmakla beraber, kapıcıya dokuz defa fazla bahşiş vermek, kapıcıyı baştan çıkarır, "Hâkim benim" der. Kim fazla bahşiş ve lezzet verse onu içeriye sokacak, ihtilâl verecek, yangın çıkaracak, "Aman doktor gelsin, hararetimi teskin etsin, ateşimi söndürsün." dedirmeye mecbur edecek. İşte iktisat ve kanaat, hikmet-i İlâhiyyeye tevfik-ı harekettir. Kuvve-i zâikayı kapıcı hükmünde tutup, ona göre bahşiş verir. İsraf ise; o hikmete zıt hareket ettiği için çabuk tokat yer, mîdeyi karıştırır, iştiha-yı hakîkîyi kaybeder. Tenevvü-ü et'imeden gelen sun'î bir iştiha-yı kâzibe ile yedirir, hazımsızlığa sebebiyet verir, hasta eder.

-Demek ki tadı güzel diye herşeyi içeri alsak kapıcıyı şımartmış olacağız. Şimdi bu ifadeyi beynimize kazıyıp, ne zaman canımız gereksiz birşey çekse, "kapıcıyı şımartmayalım" diye kendimize telkin verelim mi?


ÜÇÜNCÜ NÜKTE: Sâbık ikinci nüktede, kuvve-i zâika kapıcıdır dedik. Evet ehl-i gaflet ve rûhen terakki etmiyen ve şükür mesleğinde ileri gitmiyen insanlar için bir kapıcı hükmündedir. Onun telezzüzü hatırı için israfâta ve bir dereceden on derece fiata çıkmamak gerektir. Fakat, hakikî ehl-i şükrün ve ehl-i hakikatın ve ehl-i kalbin kuvve-i zâikası -Altıncı Söz'deki muvâzenede beyan edildiği gibi, kuvve-i zâikası- Rahmet-i İlâhiyenin matbahlarına bir nâzır ve bir müfettiş hükmündedir. Ve o kuvve-i zâikada taamlar adedince mîzancıklarla nimet-i İlâhiyyenin envaını tartmak ve tanımak; bir şükr-ü mânevî suretinde cesede, mîdeye haber vermektir. İşte bu surette kuvve-i zâika, yalnız maddî cesede bakmıyor. Belki kalbe, ruha, akla dahi baktığı cihetle mîdenin fevkınde hükmü var, makamı var.

-Cenab-ı Hakk yiyeceği yarattığı gibi ona tat alma çeşitliliğini de vermiş öyle değil mi? Ayni dille binlerce farklı tat alabiliyoruz. Yemek yemek bir zorunluluk, sadece biyolojik bir ihtiyaç da olabilirdi ama Rabbim cömertlik etmiş, cennete numune olsun istemiş. Hafife almak insana yakışır mı?

-Ben demiyorum ki hiç yemeyelim içmeyelim.. Ancak bu zamanda da olsa dikkat edebiliriz. Sahabe misal, onlar gibi olamasak da onları ölçü alıp o yolda olmaya çalışabiliriz... Modanın, reklamların, bu tüketim çağının esiri olmaktan kurtulabiliriz...

-Daha bitmedi aslında ama bu günlük burda bırakalım.

-Hepimize örnek olması açısından izninizle Sahabe dönemindeki sadeliği anlatan bu yazıyı okumak istiyorum....

.....

-Ben birşey sormak istiyorum: tutumlulukla cimriliği nasıl ayırd edeceğiz?

-Aslında bu konu dersin sonunda anlatılmış ama oraya kadar gelemedik. İsterseniz şu hikayeyi okuyalım, anlaşılacağını ümid ediyorum:

Sahabenin abâdile-i seb'a-yı meşhuresinden olan Abdullah İbn-i Ömer Hazretleri ki: Halife-i Resûlullâh olan Fâruk-u Âzam Hazret-i Ömer'in (R.A.) en mühim ve büyük mahdumu ve sahabe âlimlerinin içinde en mümtazlarından olan o zat-ı mübârek çarşı içinde, alış-verişte, kırk paralık bir mes'eleden, iktisad için ve ticaretin medârı olan emniyet ve istikameti muhafaza için şiddetli münakaşa etmiş. Bir sahabe ona bakmış. Rûy-i zemînin Halife-i Zîşanı olan Hazret-i Ömer'in mahdûmunun kırk para için münakaşasını âcib bir hısset tevehhüm ederek o imamın arkasına düşüp, ahvâlini anlamak ister. Baktı ki Hazret-i Abdullah hâne-i mübarekine girdi. Kapıda bir fakir adam gördü. Bir parça eğlendi; ayrıldı, gitti. Sonra hanesinin ikinci kapısından çıktı, diğer bir fakiri orada da gördü. Onun yanında da bir parça eğlendi; ayrıldı, gitti. Uzaktan bakan o sahabe merak etti. Gitti o fakirlere sordu: "İmam sizin yanınızda durdu, ne yaptı?" Herbirisi dedi: "Bana bir altın verdi." O sahabe dedi: "Fesübhânallah! Çarşı içinde kırk para için böyle münakaşa etsin de, sonra hanesinde ikiyüz kuruşu kimseye sezdirmeden kemâl-i rıza-yı nefisle versin!" diye düşündü, gitti, Hazret-i Abdullah İbn-i Ömer'i gördü. Dedi: "Ya İmam! Bu müşkilimi hallet. Sen çarşıda böyle yaptın, hanende de şöyle yapmışsın." Ona cevapen dedi ki: "Çarşıdaki vaziyet iktisaddan ve kemâl-i akıldan ve alış-verişin esası ve ruhu olan emniyetin, sadâkatin muhafazasından gelmiş bir hâlettir; hısset değildir. Hanemdeki vaziyet, kalbin şefkatinden ve ruhun kemâlinden gelmiş bir hâlettir. Ne o hıssettir ve ne de bu israftır."

İmam-ı Azam, bu sırra işaret olarak لاَ اِسْرَافَ فِى الْخَيْرِ كَمَا لاَ خَيْرَ فِى اْلاِسْرَفِ demiş. Yâni: "Hayırda ve ihsanda (fakat müstehak olanlara) israf olmadığı gibi, israfta da hiçbir hayır yoktur."

-O zaman diyebiliriz ki, hayır yapmak istersek istediğimiz kadar verebiliriz. Bu asla israf olmaz. Zaten bu da sahabe ufkudur..(malının hepsini tasadduk eden Hz Ebubekir gibi mesela)

Vesselam...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Okuduğunuz yazının son kelimesine geldiğinizde aklınıza geleni bilmek beni gerçekten mutlu eder...
Ayrıca;
Yaptığınız Yorumun Cevabını Mail Adresinize Gelmesini İsterseniz Yorum İletisinin Sağ Altındaki " E-Posta yolu ile abone ol" tıklamanız yeterlidir.