Sayfalar

9 Nisan 2013 Salı

1. Lema




Bu ders tarihini tam hatırlayamamakla birlikte aylar öncesine ait oldğundan emin olduğum bir ders:

-Bildiğimiz gibi akşam namazı ile yatsı namazı arasında okunması tavsiye edilen bazı ayetler var. Bunların bazıları peygamberlere ait dualar. İşte birinci lemadaki dua da bahsi geçen dualardan Hz Yunus'a ait olanı.

İsterseniz önce Hz Yunus (as) ın kıssasını hatırlayalım:

Yûnus Aleyhisselâmın başından geçenler kısaca şöyle:
Cenabı Hak, Hazreti Yûnus’u Ninova halkına peygamber olarak gönderdi.
Ninova, bugün Irak sınırları içinde yer alan o tarihlerde yüz bin nüfuslu bir şehirdi. Şehir halkı puta tapıyor, her türlü kötülüğü işliyordu.
Yûnus Aleyhisselâm onlara hak dini anlattı ama Ninovalılar peygamberlerine kulak vermediler.
Cenabı Hak, kırk gün içinde başlarına büyük bir felâketin geleceğini haber verdi.
Yûnus Aleyhisselâm bu haberi onlara duyurdu, ama hiç oralı olmadılar.
Otuz yedinci gün gelince felâket belirtileri görülmeye başladı.
Hava karardı, etrafı korkunç bir hal aldı. Ama onlarda en ufak bir değişiklik yoktu. Uyanmıyorlardı.
Sonunda Hz. Yûnus halkına kızdı ve şehri terk etti. Sahile gitti, orada hazır duran bir gemiye bindi.Gemi denize açıldı. Fakat biraz sonra sağa sola yalpa yapmaya başladı.Gemide bir suçlu vardı. Efendisinden kaçan bir köle bulunuyordu.Yolcular arasında kura çektiler. Üç seferinde de kura Hz. Yûnus’a çıktı.Çünkü bir peygamber olmasına rağmen Rabbinden izin almadan halkını terk etmişti.Vakit geceydi, deniz dalgalıydı. Hz. Yûnus kendini kaldırdı, denizin ortasına attı.

                                                                                                     Birinci Lem'a

Hazret-i Yunus İbn-i Metta Alâ Nebiyyina ve Aleyhissalâtü Vesselâm'ın münacatı, en azîm bir münacattır ve en mühim bir vesile-i icabe-i duadır. Hazret-i Yunus Aleyhisselâm'ın kıssa-i meşhuresinin hülâsası: Denize atılmış, büyük bir balık onu yutmuş. Deniz fırtınalı ve gece dağdağalı ve karanlık ve her taraftan ümid kesik bir vaziyette

لاَ اِلَهَ اِلاَّ اَنْتَ سُبْحَانَكَ اِنِّى كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ

münacatı, ona sür'aten vasıta-i necat olmuştur.

-Sizce burda neden dua ifadesi yerine münacat ifadesi kullanılmış?

-Münacat daha çok sıkıntılı zamanlarda esma-ul husna ile dua etmek...bir nevi arz-ı hal de diyebiliriz. Hz Yunus as da burda sadece durum bildirip pişmanlığını dile getiriyor. İlle de beni balığın karnından kurtar demiyor.Arz-ı hal... Münacat da bu olsa gerek, Veysel Karani hazretleri gibi...

Şu münacatın sırr-ı azîmi şudur ki: O vaziyette esbab bilkülliye sukut etti. Çünki o halde ona necat verecek öyle bir zât lâzım ki; hükmü hem balığa, hem denize, hem geceye, hem cevv-i semaya geçebilsin. Çünki onun aleyhinde "gece, deniz ve hut ittifak etmişler. Bu üçünü birden emrine müsahhar eden bir zât onu sahil-i selâmete çıkarabilir. Eğer bütün halk onun hizmetkârı ve yardımcısı olsa idiler, yine beş para faideleri olmazdı.



-İsterseniz kıssadaki hisseyi alabilmek adına hepimiz kendimizi Hz Yunus as ın yerine koymaya çalışalım. Belki bu kadar sıkıntılı durumlara maruz kalmadık ama biz de genel olarak hep sıkıntılı anlarımızda Allah' a daha çok sığınmıyor muyuz? Sebeplerin çoğunlukla ortadan kalktığı, kendimizi küçücük hissettiğimiz o anlar Allah' a en çok sığındığımız anlar değil mi? Kendimizi aciz ve zavallı hissettiğimizde kapıyı daha bir korkuyla, daha güçlü çalmıyor muyuz? Belki de bu yüzden acz insanı Allah' a yaklaştıran en kısa yol...

İşte Hz Yunus da balığın karnında O'nun kudretini hissetmiş ve belki de bu yüzden yani kudrete güvendiği için ümidini kaybetmek yerine Allah' a sığınmıştı.

Demek esbabın tesiri yok. Müsebbib-ül Esbab'dan başka bir melce' olamadığını aynelyakîn gördüğünden, sırr-ı ehadiyet, nur-u tevhid içinde inkişaf ettiği için şu münacat birdenbire geceyi, denizi ve hutu müsahhar etmiştir.

-Evet aslında esbab sadece bir perdedir. Bazen elde etmek istediğiniz bir şey için uğraşır, çabalarsınız ama bir şekilde olmaz. Ama yönetmen ne derse o olur... Bunu şöyle misallendirebiliriz;
Bizler sahneye çıkmış oyuncular gibiyiz... Elimizde bir senaryo, oyunu yöneten bir yönetmen var ve sahneden in dendiğinde de inmek zorundayız. Oyunculuk gereği de senaryoyu beğenmesek de üzerimize düşeni yapmak durumundayız. Dikkat etmemiz gereken şeyse, rolümüzü istenildiği şekilde oynamak... O zaman şöyle diyebiliriz; dünya hayatı da bir oyun gibi.. Yönetmen ne derse o olur:)

- Ayne-l yakin ifadesini duyan var mı daha önce?

????

Ayne-l yakin de imanın derecelerinden biri... Bildiğiniz gibi üç derece var: ilme-l yakin, ayne-l yakin, hakka-l yakin... Misallendirecek olursak dışarda yağan yağmurun sesini duyup yağmur yağdığına inanmak ilme- l yakin, perdeyi açıp yağmuru görmek ayne- l yakin, çıkıp ıslanarak müşahede etmekse hakka-l yakin....

Sırr- ı tevhid meselesine gelince; tevhid deyince ne geliyor aklımıza?

-Allah'ın bir olması

-Peki "tevhid tutkunu olmamız lazım" desem bundan ne anlarız? Bu cümleyi bir yerde okumuş ve gerçekten çok etkilenmiştim.

- Tevhid tutkunu olursak Allah'ın var ve tek olduğunu zerrelerimizle hissetmiş oluruz. Bu da sebeplere esir olmamamızı sağlar.

- Evet, istediğimiz herşeyi O'ndan ister verecek kudreti olduğundan da emin olduğumuz için kendimizi güvende hissederiz.

- Hani Efendimiz sav "bir kere la ilahe illallah diyen cennete girer" diyor ya belki de O bu hadisele bize bu hakikatleri anlatmak istedi... Peki sırr-ı ehadiyet deyince ne anlıyoruz?

-Ehadiyet Allah'ın bir olması değil mi?

-Evet ancak ehadiyette daha bir özel olma sözkonusu. Vahidiyet genelse ehadiyet özel diyebiliriz. İkisi arasındaki fark 20. Mektup 2. Mektupta ayrıntılı bir şekilde anlatılmış, belki sonra orayı da okuruz....

Ehadiyette hususi bir teveccüh sözkonusudur. Peygamberlere de genelde bu şekilde hususi teveccühler lütfedilmiştir.

O zaman diyebiliriz ki, Hz yunus bu münacatıyla tevhid tutkunu olduğunu göstermiş, kapıyı hususi misafirlere mahsus çalabilmiştir ve kapı böyle çalınınca da sebepler alt üst olmuş, Hz Yunus kurtulmuştur....

O nur-u tevhid ile hutun karnını bir taht-el bahr gemisi hükmüne getirip ve zelzeleli dağ-vari emvac dehşeti içinde; denizi, o nur-u tevhid ile emniyetli bir sahra, bir meydan-ı cevelan ve tenezzühgâhı olarak o nur ile sema yüzünü bulutlardan süpürüp, Kamer'i bir lâmba gibi başı üstünde bulundurdu. Her taraftan onu tehdid ve tazyik eden o mahlukat, her cihette ona dostluk yüzünü gösterdiler. Tâ sahil-i selâmete çıktı, şecere-i yaktîn altında o lütf-u Rabbanîyi müşahede etti.

-Şecere-i yaktin uzun yapraklı bir ağaç olduğu için Hz Yunus o ağacın altımda dinlenebilmiştir. Başka bir sohbette Hz Adem'in de şecere-i yaktin altına indirildiğini dinlemiştim...

İşte Hazret-i Yunus Aleyhisselâm'ın birinci vaziyetinden yüz derece daha müdhiş bir vaziyetteyiz.

-İnsan bu cümleyi okuyunca şöyle bir irkiliyor değil mi? Gece vakti, fırtınalı denizde , balığın karnında olan birinden nasıl daha kötü durumda olabiliriz ki? Var mı fikri olan?

-Onun içinde bulunduğu durumda en fazla bu dünyası biterdi, sonuçta o bir peygamber ama bizim öbür tarafa dair bir garantimiz olmadığına göre biz daha zor durumdayız denebilir.

-Evet çok doğru....

Gecemiz, istikbaldir. İstikbalimiz, nazar-ı gafletle onun gecesinden yüz derece daha karanlık ve dehşetlidir.

-Gece ile istikbal arasında nasıl bir bağlantı var sizce?

-ikisinin de karanlık olması olabilir mi?

-Olabilir tabi. İstikbal de bizim için bilinmez olduğundan karanlık diyebiliriz....

Denizimiz, şu sergerdan küre-i zeminimizdir. Bu denizin her mevcinde binler cenaze bulunuyor; onun denizinden bin derece daha korkuludur. Bizim heva-yı nefsimiz, hutumuzdur; hayat-ı ebediyemizi sıkıp mahvına çalışıyor.

-Heva-yı nefsimizin, diğer bir ifadeyle bitmek bilmeyen isteklerimizin de balığa benzetilmesi manidar olmuş değil mi? Bizi yutan kocaman birşey ama aynı zamanda eğer O'na sığınmayı becerebilirsek kontrol altına girip bize hizmet edecek birşey...

Bu hut, onun hutundan bin derece daha muzırdır. Çünki onun hutu yüz senelik bir hayatı mahveder. Bizim hutumuz ise, yüz milyon seneler hayatın mahvına çalışıyor. Madem hakikî vaziyetimiz budur; biz de Hazret-i Yunus Aleyhisselâm'a iktidaen, umum esbabdan yüzümüzü çevirip doğrudan doğruya Müsebbib-ül Esbab olan Rabbimize iltica edip

لاَ اِلَهَ اِلاَّ اَنْتَ سُبْحَانَكَ اِنِّى كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ”

demeliyiz ve aynelyakîn anlamalıyız ki; gaflet ve dalaletimiz sebebiyle aleyhimize ittifak eden istikbal, dünya ve heva-yı nefsin zararlarını def'edecek yalnız o zât olabilir ki; istikbal taht-ı emrinde, dünya taht-ı hükmünde, nefsimiz taht-ı idaresindedir.

-Tıpkı Hz Yunus' u kurtaracak olanın hükmünün hen gece, hem deniz, hem balığa hükmetmesi gerektiği gibi bizi kurtaracak olan da hem dünyayı hem istikbali hem nefsimizi idare altında tutmalı. Ve biz herşeyle bu kadar alakadarken, diğer bir ifadeyle dünya dertleriyle boğuşup, istikbal korkularıyla yaşarken, aynı zamanda nefsimize söz geçirmeye çalışırken hepsini kontrol altında tutandan yardım istemezsek kaybedenlerden olabiliriz...


Acaba Hâlık-ı Semavat ve Arz'dan başka hangi sebeb var ki, en ince ve en gizli hatırat-ı kalbimizi bilecek ve bizim için istikbali, âhiretin icadıyla ışıklandıracak ve dünyanın yüzbin boğucu emvacından kurtaracak, hâşâ, Zât-ı Vâcib-ül Vücud'dan başka hiçbir şey, hiçbir cihette onun izni ve iradesi olmadan imdad edemez ve halaskâr olamaz.

-Kalbimizdeki herşeyi bilmesi... Bunu hissedebilmek öyle güzel ki. Asla yanlış anlaşılmayacağımız, açıklamalar yapmaya, parantezler açmaya gerek olmayan... Ne diyor mülk suresinde , yaradan bilmez mi hiç? O latif ve Habirdir... Herşeyden haberdardır.

Madem hakikat-ı hal böyledir. Nasılki Hazret-i Yunus Aleyhisselâm'a o münacatın neticesinde hutu ona bir merkûb, bir taht-el bahr ve denizi bir güzel sahra ve gece mehtablı bir latif suret aldı. Biz dahi o münacatın sırrıyla

لاَ اِلَهَ اِلاَّ اَنْتَ سُبْحَانَكَ اِنِّى كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ demeliyiz.

لاَ اِلَهَ اِلاَّ اَنْتَ cümlesiyle istikbalimize, سُبْحَانَكَ kelimesiyle dünyamıza, اِنِّى كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ fıkrasıyla nefsimize nazar-ı merhametini celbetmeliyiz.

- لاَ اِلَهَ اِلاَّ اَنْتَ cümlesiyle istikbalimize: çünkü bahsettiğimiz tevhid tutkunu olmakla içimizde geleceğimize dair hissettiğimiz tüm korkuları emniyete çevirebiliriz.

سُبْحَانَكَ kelimesiyle dünyamıza: O' nun sanatlarını okuyup her eksikten uzak olduğunu hissetmek de yine O'na olan bağlılığımızı arttıracak..

اِنِّى كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ fıkrasıyla nefsimize: yine nefsimize karşı avukat değil savcı olarak, eksikliğimizi bilerek....

Ta ki, nur-u iman ile ve Kur'anın mehtabıyla istikbalimiz tenevvür etsin ve o gecemizin dehşet ve vahşeti, ünsiyet ve tenezzühe inkılab etsin. Ve mütemadiyen mevt ve hayatın değişmesiyle seneler ve karnlar emvacı üstünde hadsiz cenazeler binip ademe atılan dünyamız ve zeminimizde, Kur'an-ı Hakîm'in tezgâhında yapılan bir sefine-i maneviye hükmüne geçen hakikat-ı İslâmiyet içine girip selâmetle o denizin üstünde gezip, tâ sahil-i selâmete çıkarak hayatımızın vazifesi bitsin. O denizin fırtınaları ve zelzeleleri, sinema perdeleri gibi tenezzühün manzaralarını tazelendirmekle, vahşet ve dehşet yerine, nazar-ı ibret ve tefekkürü keyiflendirerek okşayıp ışıklandırsın. Hem o sırr-ı Kur'anla, o terbiye-i Furkaniye ile; nefsimiz bize binmeyecek, merkûbumuz olup, bizi ona bindirip, hayat-ı ebediyemizin kazanmasına kuvvetli bir vasıtamız olsun.

-Burda da şu sinema perdesi meselesinin üzerinde durursak, sinema perdesi de hareketli, bizi izledikçe zevklendiren birşeydir. Üstad da belki de o yüzden bu ifadeyi kullandı çünkü kainatta da sürekli bir hareket sözkonusu....

Elhasıl: Madem insan, mahiyetinin câmiiyeti itibariyle sıtmadan müteellim olduğu gibi, arzın zelzele ve ihtizazatından ve kâinatın kıyamet hengâmında zelzele-i kübrasından müteellim oluyor. Ve nasılki hurdebînî bir mikrobdan korkar; ecram-ı ulviyeden zuhur eden kuyruklu yıldızdan dahi korkar. Hem nasılki hanesini sever, koca dünyayı da öyle sever. Hem nasılki küçük bahçesini sever, öyle de hadsiz ebedî Cennet'i dahi müştakane sever. Elbette böyle bir insanın Mabudu, Rabbi, melcei, halaskârı, maksudu öyle bir zât olabilir ki, umum kâinat onun kabza-i tasarrufunda, zerrat ve seyyarat dahi taht-ı emrindedir. Elbette öyle bir insan daima Yunusvari (A.S.) لاَ اِلَهَ اِلاَّ اَنْتَ سُبْحَانَكَ اِنِّى كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ demeye muhtaçtır.

- Evet, o kadar çok şeyden korkuyor, o kadar çok şey istiyor ama aynı zamanda o kadar da çok aciziz, öyleyse tek kurtarıcı O olmalı ki bizi bunca karmaşıklık içinde emniyette hissettirsin...o zaman diyebiliriz ki biz bu münacata Hz yunusdan daha fazla muhtacız.

Rabbim hz Yunus gibi hissederek söylemeyi nasib etsin....

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ”


2 yorum:

  1. En sevdigim anlaya anlaya okudugum en cok tesirinde kaldigim kitaptir lemalar her lem'a kendi icinde muhtesem.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Evet ben de çok severim Lemalar'ı. Fırsat buldukça daha fazla yazı koymaya çalışacağım Lemalar'dan.

      Sil

Okuduğunuz yazının son kelimesine geldiğinizde aklınıza geleni bilmek beni gerçekten mutlu eder...
Ayrıca;
Yaptığınız Yorumun Cevabını Mail Adresinize Gelmesini İsterseniz Yorum İletisinin Sağ Altındaki " E-Posta yolu ile abone ol" tıklamanız yeterlidir.